Çarşamba, Aralık 31, 2008

Dün Gece

        Saat 2 buçuktu sessizce yanına yattığımda. Uyandırmadan rahatsız etmeden seni sararak yatma istedim. Kolumu hissettiğinde usulca kaldırdın kafanı, sana rahatça sarılmam için. Sıpsıcacıktın yine her zamanki gibi ve yine huzur dolu kokun sinmişti yatağa. Dokunduğum zaman sana aynı huzur aynı mutluluk, zaman hiç yıpratmadı senin verdiğin huzuru, hiç değişmedi sevgimiz zamanla; oysaki biz bile ne kadar değiştik, etrafımız nasılda değişti...
        Kulağına her geceki gibi yine fısıldadım “seni seviyorum” diye, karşılık beklemeden, ama yine dokunuşundaki sıcaklık verdi karşılığını, anlattı bana beni ne kadar sevdiğini. Gözlerimi yavaş yavaş kapatıyorum, artık bir beden oluyoruz, ruhumuz aynı noktada, sanki hep bir kişi olmuşuz gibi, bizim ruhumuz, bizi o tatlı rüyamıza götürüyor.
        Aklımda sadece son bir düşünce beliriyor bir an için, “eğer bu gözümü son kapatışımsa, böle bir son için teşekkür ediyorum”....

Salı, Aralık 16, 2008

Beklemediğim bir şeydi

        Belki boş anıma geldi, belki de uzun zamandır boşlukta olduğumdandır, sonuçta bütün sınırlarımı birden kaldırdım sana karşı, farkında olmadan. Anlayabileceğini düşündüğümden değil, sadece hakettiğine inandım; sevilmeyi hakettiğinden. Farklı olduğumu düşündüm senin için, her ne kadar sınırlarını korusanda, kaldırmak istediğine inandım. Adım adım da olsa özel olduğuma, beni daha özel kılacağına inanmak istedim.
        
        Kabuğumdu beni ayakta tutan, sınırlarımdı, sınırları kaldırdığımda senin orada olacağına o kadar güvendim ki... Biliyorum bunların hiçbirinin farkında değilsin, belki burayı okusan sana yazıldığını bile anlamayacaksın. Bilmeden istemeden de olsa ben o sınırları kaldırdığım anda sen adım adım kalktığını düşündüğüm sınırların hiç bir zaman benim için kalkmadığını gösterdin, hiç bir farkım yoktu diğerlerinden “herhangi” birilerinden; bolukta düşmeye başladım, sakinliğimi yitirdim.

        Lütfen üzme kendini bunlar senin suçun değil, hala çok seviyorum seni, eskisi gibi, yalnız artık kendime inancım zedelendi, kendimden beklemediğimi yaptım. Şimdi kendimi tanımıyorum ve bu yüzden artık kendimi sevememem, bu yüzden yüzüne bakarken çekinmem, bu yüzden sana gülümseyememem.

Pazar, Temmuz 20, 2008

Karman Çorman

Geçen Pazartesi Zen aradı, İsveçten geri dönmüş İzmir'deymiş. Ders çıkışında Konak Pier'de oturuyorlardı yanlarına gittim, amaç 1-2 saat onunla muhabbet edip yine evimdeki kabuğuma çekilmekti. Şimdiden söyliyim; kusuruma bakmayın karman çorman bir şekilde yazıyorum herşeyi çünkü beynime reset atılmış gibi, ne düşüneceğimi ne hissettiğimi ne durumda olduğumu bilmiyorum, sanki benden çok ruhum geri dönüşü olmayan bir tatile çıkmış gibi. Her neyse Pier de otururken planlarından bahsettiler; Olympos Kelebekler, Antalya, Alanya gibi bir çok yerin olacağı bir planları vardı. Bana da gel dediler, ilk başta, son zamanlarda herşeye hayır dediğimden dolayı buna da olmaz dedim. Ama aradan 10sn geçti peki olur dedim. Hiç de fena yapmamışım.
Amacım geziyi ve mekanları anlatmak değil ama yine de söylemeden geçemeyeceğim şeyler var tabii. Mesela ilk gittiğimiz yer Kelebeklerdi, tıklım tıklım çadır vardı, 4-5 sene önce bir çadırdan fazlası yoktu oysaki, Fethiye'de kaldığımız hostel daha iyiydi Kelebeklerden. Ardından Olymposa gittiğimiz de daha da acısıyla karşılamış olduk, heryer ağaç ev hatta ağaç binalarla kaplıydı, arabayı park etmek sorun olmuştu, toprak yolu ve evlerin beton olmaması haricinde Bodrum'dan hiç bir farkı yoktu. Ardından Antalya'da Zen lerin kaldığı yer çok daha iyiydi Olympostan, Kale içinde Erken Pansiyon. Şimdi Bodrum'dayız, olympos ve Kelebeklerden yine de herşekilde daha iyi, en azından konseptine uygun herşey.
Gezi boyunca geçmişimle yüzleşmek zorunda kaldım, kalbim yine durmadı, pıtır pıtır hayranlık ve aşk karışımıyla atıp durdu ama yine kendime duyulan bir hayal kırıklığı şeklinde sona erdi. Zaten insan kendini sevmezken bir başkasının sevmesini nasıl beklerki! Artık eskisi gibi değilim demekten sıkıldım kendime. Eskisi gibi değilsem değilim ama yeni bir ben bu kadar kendine güvensiz olmamalı... Ne zaman düzelecek bilmiyorum ya da nasıl ama içimdeki sevgi bir gün bir şekilde patlayacak, sorun çektirmeye başlayacak.
Gülşah ile ilk zaman geçirmeye başladığımızda bana gazeteden kopardığı bir yazı getirmişti. 18 eylül'de doğanlar için "bu dünyaya fazla dayanamaz onlar" şeklinde bir başlığı vardı. Bugünlerde daha çok hissediyorum bunu, ama nasılını anlatmak çok zor geliyor çünkü gerçekten nedenini bilmiyorum.

Salı, Nisan 29, 2008

Endüstriyel Tasarım

        Endüstriyel tasarım bölümüne girmek için olan sınavın olduğu gün bahçede durmuş insanları izliyordum, kimisi moda, kimisi iletişim, kimisi endüstriyel tasarım okumak için oradaydı. Endüstriyel tasarım için orada bulunan biz, elimizde son model bir telefon ve son model bir arabanın anahtarlarını tutarken, aklımızda kullandığımız telefondan ve anahtarını tuttuğumuz arabadan güzelini tasarlamak vardı. Bir iki fikir bulacaktık, iki çizecektik ve o bir tasarım olacaktı. Ben mülakatta “ben tasarımda bir isim olmak istiyorum” demiştim. Sınavda benden alakasızlarda vardı, belki de çoğunluktaydı, bu sayede ilk 50de yerimi alıp, tasarım okumaya yeterli görüldüm.

        Kısa bir süre sonra derslerimiz, planımız programımız belli olmuştu. Hayatımızda ilk defa stüdyo ortamındaydık, endüstriyel tasarımdan ziyade tasarım yapmak için, daha doğrusu tasarımın ne olduğunu öğrenmek için oradaydık. Nesneler, konseptler, şekiller, renklerle boğuşuyorduk. Belki daha ilk haftada öğrendik öyle iki çizmek bir fikirle hiç birşey olmayacağını. Gerçi kendimizi kandırma mekanizmamız her zamanki gibi iş başındaydı, belki o iki hafatadan sonra bize sürekli “Bu endüstriyel tasarım değil ki!” dedirtti. Biran önce kendi bölümümüz ile alakalı dersleri görmek, projeleri yapmak istiyorduk. Sanki onlarca senedir bu bölüm için yaşamışız, herşeyiyle bu mesleğin ne olduğunu bilirmişcesine şikayetleniyorduk. Duruma alışmak ile şikayetlenmek arasında kalarak bir seneyi göz açıp kapayıncaya kadar bitirdik ve son gün kendimize “artık bitti, kendi bölümümüze geçme zamanı geldi” dedik.

        İkinci sınıfta beklentilerimiz vardı, artık endüstiyel tasarımcı olcaktık. İlk dersten bir ürün sunumu yapıldı, bu dönem bu ürünü tasarlayacaktık, ‘plastik çatal bıçak takımı’. Hiç hoş bir durum değildi bizim için, marketlerde 10 tanesi 10kuruşa satılan bir şeyin tasarımını yapacaktık, bu mu endüstriyel tasarım? Biz daha giriş sınavı olduğu gün bile araba tasarlıyorduk! Tabii ki bunlar kendimizi kandırma mekanizmamızın bize sağladığı düşüncelerdi, suçlayacak birilerini arıyorduk, konuyu suçluyorduk. Bir sene boyunca bu proje ve bunun gibi sadece 4 proje yapmıştık! Hani iki fikir bulacaktık ve iki çizecektik ve tasarım olacaktı? İkinci sene plastik çatal bıçağın bile ne aşamalardan geçerek tasarlandığını öğrendik, öğrendiğimizin bile farkında olmadan çünkü içimizde ki ses dün ben gece bi çatal çizdim oldu diyordu! İkinci senemizi de “endüstriyel tasarım bu değil, bu akademik fasa fiso” diyip kendimizi kandırarak bitirdik. Artık ikinci seneyide bitirmiştik, umudumuz 3.senenin daha az karışılan “ben yaptım oldu” dediğimizde karşımızda “harika” diyecek hocaların olmasıydı.

        Üçüncü senemizde artık azalmıştık, bazı kişiler tasarımın yönetimiyle ilgilenmek istiyordu, ellerinde daha somut bilgiler olsun istiyordu, belki sıkılmışlardı, belki de erkenden kimsenin “harika” demeyeceğini anlamıştı, biz anlamamıştık. Üçüncü senemizde artık tasarımın profesyonel hayata taşınışı vardı. Yapacaktık, “ben yaptım oldu” diyecek adam arayacaktık, artık kimse bizim ürünlerimizi görmek bile istemeyecekti, biz kendimizi kabul ettirmek zorundaydık. Aslında herşey umduğumuz gibiydi, biz “ben yaptım oldu” demek istiyorduk ve kimse ne aşamalarımızı nasıl planlayacağımızdan bahsetti, ne de nasıl çizim yapacağımızı söyledi, ne yapsak kabuldü. Ve farkettik ki “ben yaptım oldu” ile aç kalırdık, yada zengin bir eş bulup ona ürettirirdik tasarımlarımızı. Sonunda öyle bir duruma geldik ki bize hakaret etseler bile, kızsalar bile neyin yanlış olduğunu söylesinler diye hocalarımızın arkasından koşmaya başladık. Bir yandan da artık kendimizi kandıramayacağımızı anlayarak, endüstriyel tasarım buysa biz endüstriyel tasarımcı olabilecek miyiz diye sorgulamaya başladık. Üçüncü sene biterken artı birşey düşünemez olmuştuk, dördüncü sınıftan bir ümidimiz yoktu, hatta ne kadar geç dördüncü sınıf olursak o kadar iyi olurdu. Belki de endüstriyel tasarımın ne olduğunu üçüncü sınıfta daha yeni anlamış olmamızın korkusuydu bu, nasılda kendimizi kandırıyorduk oysa ki, oysa ki hayat ne kadar pembe ve kolaydı!

        Ne kadar istemesek de artık dördüncü sınıf olmuştuk, aklımızdan herşey bir anda geçiyordu. Bir yandan öyle yada böyle üç sınıfıda anlımızın akıyla geçtiğimizi düşünüyorduk, bir taraftan o alnımızın akının bedelini düşünüyorduk. Ne öğrenmiştik, ne noktaya gelmiştik ve yakın zamanda gidecektik! Gerisi tam bir boşluk olacaktı çünkü biz daha hocalarımıza yaranamamıştık, bizim öğrenci olduğumuzu bilen insanlara “harika olmuş” dedirtememiştik ve bir sene sonra artık öğrenci olmayacaktık. Bu kadar karışıklık içinde birde bize kendi projemizi seçme hakkı verdiler, zaten serseri mayın gibiydik birde kendimiz proje seçecektik. İkinci sınıfa geri dönmek istedik, çatal bıçak yapalım, birisi bize adım adım her hafta ne yapacağımızı söylesin istedik. Dördüncü sınıftık ve elimiz avcumuz boştu, bize öğretilen herşeyi “saçma” diyerek elimizin tersi ile itmiştik. Deli gibi ikinci sınıfta aşamaları açıklayan kağıtları arandık, uyacak bir kural, izleyecek bir yol aradık. Bu arada her hafta hocalarımızın yanına gitmek istedik ama hep elimizin boş olduğunu düşündük, son hafta bile istediğimize ulaşamamıştık. Sunumumuz bittiğinde ne gülümsüyor, ne de ağlıyorduk, karanlık bir odanın içinde sanki daha önce hiç görmediğimiz tanımadığımız bir insan grubu bize bakıyordu ortalık sessiz.

        Bittiği an bu hikayenin sonu gibi anlamsız ve soru işaretiydi çünkü artık ‘4 sene’ gibi sınırlaması olmayan hayatın bir kısmına geçmiştik, biz doğduğumuzdan beri her zaman diliminin bir sınırı vardı oysaki, 7 sene okul öncesi, 5 sene ilk okul, 3’er sene ortaokul ve lise, 4-5 sene üniversite, peki ya üniversite bitince?

Cumartesi, Nisan 26, 2008

Cuma, Nisan 25, 2008

Bu Gece

        Yatağımda nam-ı diğer koltuğumda uzanmış televizyon izliyorum. Sırtımın üstüne yatmış sadece kafam sola dönük. Sevdiğim insan o göğsüme kafasını dayamış yarım şekilde benim üstüme uzanmış, sızmakla televizyon izlemek arasında. Başlayalı çok olmadı, belki bir ay bile olmadı, ilk günden beri sanki 28senedir tanıyormuşum gibiydi zaten. Artık konuşmuyoruz, sadece “günün nasıl geçti aşkım?” sohbetleri, bazen görüşlerle uzayan ama genelde olayları özetleyen konuşmalar. 3haftadır her günümüz beraber geçiyor, artık uzun sohbetlere girmeye, birbirimize düşünce yapısı olarak ne kadar uyduğuzu görmeye ihtiyacımız yok. Belki içinizden ne kadar sıkıcı olduğunu düşünüyorsunuz, veya her ilişki bir gün gelip tıkanır ve biter diyorsunuz, zannediyorsunuz ki ilişkimiz kısa da sürmüş olsa son demlerine geldi. Eğer cidden bunlardan birini düşünüyorsanız hakikaten ne istediğinizi bilmiyorsunuz, hayatınızı geçireceğiniz insanı hiç bir zaman bulamayacaksınız.

        Sonsuz huzur, ölüm için yapılan bir tabirdir, ama hayattaki amaç çok farklı değildir, sonsuz huzura huzurlu yol almak. Şu anda olduğu gibi, o herşeyiyle bildiğiniz, aynı dili konuştuğunuz insan başını göğsünüze yasladığında, onun yavaş atan kalbinin sesini dinlediğinizde, ufak bir tüyü kımıldatamayacak kadar kuvvetli nefesinin kalbinizi ısıttığını farkettiğinizde, zaten bilirsiniz ne söylemek istediğini, anlatır zaten o içindekileri, kelimelerin hiç bir zaman anlatamayacağı şeyleri anlarsınız. Sakinsinizdir artık, huzur dolu...

        Gözlerim kapanıyor artık, zaten o uyudu göğsümde. Acaba biz beraber olmadan önce kendi evinde yatağında uyuduğu zaman bu kadar huzurlu muydu?

        Benim gözlerim çoktan kapanmış, bunların hepsi güzel bir rüyaymış, ama gözlerimi açtığımda keyfim kaçmadı, biliyorum, insan yeterince isterse, inanırsa ve doğru zamanda doğru adımları atarsa rüyalar gerçeklerin bir kopyasıdır.

Salı, Mart 18, 2008

Kaçmak

        Resmen kaçıyorum, düşünmekten, hayattan. Daha ne kadar kaçabilirim bilmiyorum, kaçmak istemiyorum aslında, en azından artık ve daha fazla. Korkmak, korkak olmak bir yere kadar, gerçi ne kadar bunu şu anda burada itiraf etsem de, her ne kadar bunu istemediğimi belirtsem de, yarın ve hatta belki de bu yazımın ortasında yine kaçıcam, bırakıp yarısında oyuna dalıcam yeniden. Hayata dair hiç bir şey yapasım yok, yaptığımda yok, her günden ve herşeyden kaçar haldeyim, kendimi kaçarken kaybetmişim haberim yok.

        Hayat benim için her zaman çok kolay olmuştur, hayat bana hep kolay gelmiştir, ne istediysem ne dilediysem o yada bugün gerçekleşmiştir. Geçmişte sevgilimle bir sürü kavgam bile olmuştur “hayat kolay” tezinde inat ettiğim için. Şu anda sorarsanız hayat kolay mı bilmiyorum, ama başedememye başladığım anda kaçtım, en başlangıcıydı herşeyin. Her olayda da aynı değil miyim sanki, zora gelemem, zora gelmeye alışmamışım, her zaman kolay kısmından halletmişim. Bunu da itiraf ettiğime bakmayın, karşıma geçip, “şu zaman şunu yaptın; işin kolayına kaçtın” deseniz, kesinlikle kendimi ve oradaki davranışımı açıklayacak, size de mantıklı gelecek şekilde bir anlam yüklerim ve anlatırım. Zorlmayın zorlama konusunda bile kolay bir kaçış noktası her zaman bulurum.

        Belki de hayat buydu benim için, kendimi kandırmaca! Belki de hiç bir dileğim gerçekleşmedi, veya hiçbir zaman istediğim olmadı, ben belki de gerçekleşeni dileğim yaptım, olanı istedim. Her ne kadar kelimelerimde mantık olsa da, kendimi çok kolay şekilde kandırabilecek kadar mantıksızım. Her ne kadar insanlar beni mantıklı görseler de, belki de kendimi kandırabildiğim için insanları kandırabiliyorum, mantığın doğruluğu da tartışılır tabi.

        Şu sıralar kendimi hipnoz etmekle meşgulüm. Hiç bir şey yapmıyorum, kendi salladığım kolyeye kendim bakarak kendimi hipnoz ediyorum, uyanmam için uyanmış olmam gerektiği için kendimi uyandıramıyorum da, kısır döngü, geçmiş olsun...

Pazartesi, Ocak 14, 2008

Özledim

        Beni tanıyanlar bilir, benden bu kelimeyi beklemezler, ama özledim gerçekten, Nehir’i özledim, evimi özledim, ayaklarımı uzatıp televizyon açıkken bilgisayar başında olmayı özledim, odamdaki eşyaların yerini değiştirmeyi özledim. Annemin yemeklerini özledim ( bu da garip geldi di mi?), Türk zeytinyağını özledim, zeytinyağlı yemekleri özledim, kebapçıları da tabi! Okulumu özledim, daha doğrusu mesleğimi, Can hocamın hikayelerini dinlemeyi özledim, ona birşeyler danışmayı, Murat hocamla dışarıda sigara içmeyi, Alex’in odasına uğrayıp laf etmeyi, şikayetlenmeyi özledim. Emre ile Kıbrıs Şehitlerinde ve çimlerde içmeyi özledim, tabii ki Melike’yi özledim, Efe ile “höhe” lemeyi, saçmalamayı özledim.
        İşte böyle! Özledim yani, benden hiç beklenmedik şekilde; ama dödüğümde bu yazıda ki gibi olacağımı da düşünüp aldanmayın, ben yine benim, Kütük! :D

Salı, Ocak 01, 2008

Sende?

        Sende yastığa kafanı koyar koymaz uyuyanlardan mısın, yoksa yatağına yatıp bütün günü ve hatta hayatında ki sorgulanabilecek herşeyi sorgulayan veya düşünenlerden misin? Eve geldiğinde yatağına mı gidersin hemen, uykun varsa fazlasıyla, yoksa gözlerinden uyku akmasına rağmen biraz oyalanarak yatağında ki düşünmece süresini mi azaltırsın? Ya peki, uyandığında kalkar mısın hemen?

        Sende “ne düşünüyorsun?” sorusunun cevabını bilmeyenlerden misin? Yoksa sadece düşünmeyenlerden? Bir sürü düşünce içinde kaybolanlardan mısın? yoksa ne düşündüğünü bilip de konuyu değiştirenlerden mi?

        Sen nasıl bir insansın? Ne yaparsın? Hobilerin nedir? Düşünmek hobilerinden biri midir?

Gizli Özne

Sürekli dönüp dönüp onun yazdıklarını okuyorum. Facebook'ta onun resimlerine bakıp duruyorum, beraber yazışmalarımızı yeniden yeniden...