Salı, Şubat 21, 2006

çizgiler

        Belli şeyleri aşmak, belli çizgilerden geçmek... Hakikaten çizgi kavramı bana çok doğru geliyor, ip incecik bir çizgi, çok kısa bir an. 4 ay boyunca hergün eksiksiksiz acı çektim, belki hala öyleyim ama 4 aydır kesinlikle acınacak durumdaydım. Sonra birden bire 14Şubat’ta dipe vurdum (beklenen şekilde), ağladım zırladım, ağıza alınmayacak şeyler söyledim Gülşah’a, ertesi gün o bana!, sonra ben ona ve en sonunda hakikaten neler hissettiğini yazan bir mail aldım ondan. Tabii ki hoş şeylerden bahsetmiyordu. Ona teşekkür ediyorum bu maili için, i mean it!

        Galiba baştan beri istediğim buydu, gerçekleri duymak, sevginin içindeki nefreti bilmek. Gerçeklerin özgürleştirdiği söylenir ya!

        Ve şimdi ondan bahsetmek üzmüyor beni, sadece gereksiz geliyor çünkü ilk defa geriye bakmadan ileriye bakıcam. Artık geçmişime bir dur demem gerekiyor yoksa hiç bir zaman kıçımı bu koltuktan kurtaramıycam...

        Bi de sabır var, bana bahşedilmemiş olan, öğrenmem gereken...

        Her neyse! Kafamın karışık olmadığını söylemedim zaten...

Cuma, Şubat 17, 2006

3gün 3gece (coming soon)

Şubatın 9undan ayın 12sine izmirden başlayıp, fransa ve sonra istanbulda, hala ismini bilmediğim dünyalar güzeli bir kızla yaptığım yolculuğu anlattığım bir journal. Hala bitiremedim, hafızam zannettiğimden de zayıf. Çok yakında bu blogun yerini alacak.

Beni tanımak isteyenler için

        Eğer bir insanı tanımak istiyorsan beynine bakmak gerekir diyenlerdenseniz.

        Beyni kocaman bir şehre benzetirsek:
        Mantığım; şehrin en çok enerji tüketen kısmı ama çin elektronik sanayi gibi, bişeyler kullanışsız veya çürük de olsa üretime giren herşey piyasaya dağıtılır. Şehrin enerji ihtiyacı sırasında ilk “shut down” olan yerimdir.
        Zekam; eğer burası 100bin kişilik bir şehirse, on kişilik bir büro gibidir ama çalışanlar iyi seçilmiştir. Yani kaliteli iş yaparlar ama çok yavaş iş çıkar.
        Hafızam, iş merkezlerinin yoğunlaştığı yer gibidir, gece gündüz bir trafik bir hengame içinde yaşar oradakiler. Bazı sektörler çok zayıftır.
        Anlayış; derseniz onlar polis, itfaiye, hastane gibidir. Anlayış bütün iç huzuru sağlar.
        İrade ve istekler; zenginlerin ve sonradan görmelerin yaşadığı yerlere benzer.
        Huzur veren kısım; denize nazır, gerçekten zevle inşaa edilmiş, planlaması iyi yapılmış ama kimsenin yaşamadığı bir yerdir, çünkü tek eksiği mantık bölgesine çok yakın olmasıdır.
        Ve gece kondu mahallesi, oraya polisler bile giremez, orada bilinmeyenler, korkular ve güvensizlikten doğan nefret cirit atar ve girişi yasaktır, çıkanları da durdurmak zordur.

Pazar, Şubat 12, 2006

Yalnız

        Tamam komik biliyorum, sürekli dizi izleyip bişeyler düşünüp onları yazıyorum. Napıyım evdeyim işte. Şimdi de six feet under denen diziyi izliyorum. Bu bölümün başında bir kadın eve geliyo, evi çok temiz, üstünü değiştiriyor ve mutfağa geçip kendine bişeyler hazırlıyo. Hazırladıklarını yerken bir şeyler boğazına kaçıyor ve ölüyor. Olaydan 1 hafta sonra buluyorlar kadını, sonra araştırılıyor ama kimse bulamıyorlar yakını filan. Yalnız ölmek istemiyorum, yani en azından öldükten 2-3 gün sonra birileri beni merak eder ve cesedimi tam çürümeden gömerler umarım :)

Cumartesi, Şubat 11, 2006

Yazmak istiyorum

        Saatlerce yazmak istiyorum insanlar okusun ya da okumasın yazmak istiyorum. Televizyonu konu bulmak için izliyorum resmen ama beni yavaş yavaş çürütüyo. Aptal kutusu diye boşuna dememişler, aptal değilsen bile aptallaşıyorsun bir süre izledikten sonra. Gerçi ben biraz dozunu kaçırdım galiba bu aptal kutusu işini ve feci şekilde aptallaşmaktayım.
        
        Bende bi gariplik var insanlarla diyaloğa giremiyorum. Çok fazla kendi içime kapanmaya başladım. Kimseye bişey anlatasım gelmiyor, kimseyle bişey konuşasım. Belki de anlatacak bişey yoktur bilemiyorum. Gerçi biraz olsun Zeynep gibi olmak isterdim çünkü hatun her küçük olaydan saatlerce anlatacak bişeyler bulabiliyo.
        
        Ders notları belli oldu! 1,25 ortalamam var ve bu beni acayip kötü yaptı, evden çıkmak istemiyordum şimdi hiç istemiyorum, sadece hangi derse çalışmaya başlasam şimdiden diye düşünüyorum.
        
        Aslı online onun sadece online olduğunu görmek rahatlatıyor beni. Sormak istiyorum napıyorsun, ne düşünüyorsun diye ama ne biliim çekiniyorum ona karşı garip bi his ona karşı hissettiklerim. Sanki zamanını bekliyormuşum gibi. Bilemiyorum anlam veremediğim bişiy. Evet onu hep sevdim, hep yanımda olsun istedim, ama hiç olamadı. Şimdi burada olsaydı ne güzel olurdu, sessiz sakin bir şekilde uyanırdık, hiç bir şey söylemeden, bir şeyler yerdik, belki oturup bir film koyardık... Bilmiyorum galiba Aslı ile yaşanan o sessizlik anı, inanılmaz huzur beni ona sürekli yönlendiren. Onun olmayacağını biliyorum ama galiba onun gibi bir karım olsun istiyorum.
        
        Hayatımda artık abartı şeyler istemiyorum, sadece huzur ve mutluluk (az olsun öz olsun). Gerçi daha fazlasını hiç istemedim zaten ama bunu istemem bile bazen fazla geldi insanlara. Hani Anadolu Sigortanın bir reklamı vardı; adam ayanın karşısında, kendisine filan bakıyordu, yeni traş olmuş, karısı yanağından öpüp gülümsüyordu, adam “evdeki huzur zenginlik budur” diyordu sonunda. İşte benim istediğim sadece bu.
        
        Gerçi galiba herşeyde olduğu gibi sadece istiyorum, yukarıda notlarımdan bahsedip sonra burada çok mu şey istiyorum diyorum ama duruma bakılırsa çok şey istiyorum. Bişeyler yapmam gerekirdi, ders almış olmam. Ders aldığımı düşünüyorum ama o kadar yavaş davranıyorum ki bişeyleri düzeltmekte; hani bebek adımları (hep amerikan filmlerinde dizilerinde duyuyorum bu lafı) benim ki biraz bebek adımından da öte sanki yeni doğmuş bir bebeğin adımları ya da kaplumbağa’nın bebeğinin adımları gibi. Eğer hayatımda birşeyler yolunda gitsin istiyorsam, huzur ve mutluluk istiyorsam ilk önce zemini benim hazırlamam lazım...

        Şimdi Rome denen dizi var CNBC-e de, gerçi reklamlar girdi araya. Arçelik reklamını izledim de, o robot benim sinirime dokunuyo. Yani bi robot kendini ancak bu kadar beğenebilir, bu kadar megoloman olabilir. Yani var olsa gerçekten onun çenesini kırmak isterim. Bana cani diyorsanız kendinizi çok fazla reklamlara kaptırmışsınız demektir; o bir robot, robot, makine yani, içinde vidaları var, sinir sistemi yok, canı acımaz. Sinir sistemi yok ama benim sinir sistemimi alt üst ediyo...

Banka reklamları

        Ne diyeceğimi bilemiyorum ama özellikle şu Fortis ve Akbank reklamları canıma tak etti. Fortis artık işi yüzsüzlüğe vurmuş durumda. Yakında Fortis’ten önce Fortis’ten sonra diye reklam verecekler. Gerisini verecek kadar manyak olduklarını zannetmiyorum ama bi de Fortis’ten çok sonra diye bişeyi de açıklasalar yine de reklamdaki karakterler gülüyo olacak tahminen. Bebeğiniz altını doldururken sizde bizim kasayı doldurun, olmaz mı?... Neyse Fortis reklamı bi yere kadar ama Akbank reklamı tam bir facia... Adam 20dakikada kredi almanın meziyet olduğunu zanneden bi embesil, bi de bunu japon ile amerika’lıya satıyo güyya ama dikkat edin araba japon markası! zaten krediyi de dolaylı olarak Amerika’lı veriyo, benzini de o satacak. Esas önemlisi arabanın içindeyken Türk’ün bakışları, resmen psikopat, lamı cimi yok, o kadar. İstemesenizde 40 kere izleyeceksiniz, bari sizde küfredin ki rahatlayasınız. :)

        Bu hayatta mutlu olmak için bi devlet işlerinden bi de, bankalardan uzak durmalı. Önemli olan cidden zengin olmak değil, onlardan uzak durarak yaşamaya devam edebilecek para sahibi olmak...

bişeyler yaptım

        Sınavlar bittiğinden beri evdeyim. Sürekli oturdum, televizyon izledim, film izledim, çıktım para harcadım ve yapmam gerekenlerin hiç birisini yapmadım, ne bulaşık yıkadım, ne ortalığı topladım, varsa yoksa tv, bilgisayar... Bugün bi değişiklik yapıyım dedim ve bişeyler yapıyım diye düşündüm. Kötü de olsa bir dvdlik yaptım kendime (sonunda) bi de laptopun bacağıma ve şeyime verdiği sıcaklıktan yanmamı engelleyecek bir laptop sehpası yaptım. Onları yapmadan önce de tabii ki masamı topladım, üst dolaptan herşeyin altında kalmış olan kesme tahtamı çıkardım. Evet yine de çok bişey yapmış sayılmam ama en azından bişeyler yaptım... Birazdan da dün başladığım Nazlı Eray’ın Aşkı Giyinen Adam adlı sıkıcı kitabını okumaya devam edicem.
        Neyse şimdilik ii geceler herkese saat 3 oldu :)

Çarşamba, Şubat 08, 2006

Eskiden Kalanlar 2/2

istanbul'dayım tek başıma, saat 18:00 Karaköy civarlarında demli çayımı yudumluyorum, bir elimde de akşam simidi var. Yol boyunca bişey yemediğimden ve heyecandan elim titriyor simidi yerken. Yavaş yavaş çayımı, simidimi bitirip kalkıyprum yerimden ve Eminönü'ne doğru köprüden yürümeye başlıyorum. Daha zamanım var, bunu değerlendirmeliyim. Yaz bitmek üzere ama hava hala sıcak ve temiz, yavaş yavaş yürüyorum. Oradan bir vasıta arıyorum, uzun zamandır gelmediğim için nasıl gideceğimi bilmiyorum ve taksiye binip anı yaşamadan varmam gereken yere bir an önce gitmek istemiyorum, sakin sakin düşünmeye, anlatacaklarımı bir bir kafama yazmak istiyorum. Aklımdan sürekli geçen sadece iki kelime varken düşünmeye sakinleşmeye çalışıyorum. Birisinden istediğim yere nasıl keyifli bir şekilde gidebileceğimi öğreniyorum.

Yakınlardan bir tramvay jetonu alıp tranvay'a biniyorum. Garip ama tenha, galiba pazar olmasından kaynaklanıyor. Hemen bir yere oturuyorum. Uzun bir süre tenha kalmıyor ve bende kalabalığın içine karışabilmek kendi varlığımı unutabilmek için ayağa kalkıyorum. Dışarıyı izleyerek giderken farkediyorum ki inmem gereken durağa gelmişim...

Havalimanına geldiğimde hemen sefer sayılarına bakıyorum, gecikme var mı kontrol ediyorum ve oturacak bir yer buluyorum.

Uçak indi galiba. Ne kadar sürer gelmesi buraya? daha pasaport'tan geçecek. Ayağa kalkıyorum, gelen yolcu kısmına doğru iyice yaklaşıyorum "acaba Batur eniştemi mi arasaydım ve o mu karşılasaydı?... Saçmalama Özgür o senin abin değil!"

Otomatik kapı açılıyor kapanıyor, sürekli gözüm orada... "Galiba geldi"... Kalbim çıkacak gibi yerinden. "Evet, geldi!"

...Ve uzaktan zor da seçsem onun olduğunu biliyorum, eşyalardan etrafı kapanmış bir şekilde, onlarla cebelleşerek geliyor. Aşkı da yanında :) En çok zorluğu çıkartanda galiba o olmuş. Resmen terlemiş, oysa ki hiç terlemezdi. Galiba beni gördü, gülümsemekle gülümsememek arası bir bakış sonra cebelleşmeye devam... Keşke hemen yanına gidebilsem ve herşeyi elinden alabilsem...

Otomatik kapıdan geçer geçmez ellerinde herşeyi birden yere bırakıp bana doğru bir an duraklayıp bakıyor ve gülümsüyor, ben de aynı anda sadece ona bakıyor ve gülümsüyorum. Sadece iki adım atıp bana sarılıyor aramızda sadece camdan yapılmış bir korkuluk var. Doyasıya öpüyoruz birbirimizi ve bir anda arkasına dönüyor bavullarına bakıyor ve o anda bende onun ellerinden kurtulup korkuluğun arkasına doğru geçmek için sola yönleniyorum. O da benim yaklaştığım yöne doğru bavullarıyla harekete geçiyor, hemen yetişip sadece küçükleri onda bırakarak, aşkı dahil herşeyi yükleniyorum. Sadece on adım yürüdükten sonra herşeyi elimden bırakıp ona delilercesine sarılıp, onu delilercesine öpüyorum ve aklımda sürekli dolanan o iki kelimeyi defalarca ona sözlüyorum; "seni seviyorum"

Yeniden eşyaları yüklenip ilerlemeye başlıyorum o da yumuşak bir şekilde eşya yüklü olmasına rağmen elimi tutuyor. Bir saniyeliğine dönüp yüzüne bakıyorum ve bana aşk dolu bir şekilde gülümsüyor. İçimde mutluluk çığlık atıyor, kafamda sadece bu eşyaları nereye atsak diyorum...

Öğlen parkettiğim Mini'mizin yanına geliyoruz. Eşyaları bir şekilde zor da olsa sığdırıyorum ve arabaya oturuyoruz.

Gözlerimizi açtığımızda nereden geldiği, ne olduğu belli olmayan kumaş parçaları var camlara sıkıştırılmışve ikimizde çırılçıplağız, camlar buğulanmış... Sadece birbirimize bakıp gülümsüyoruz ve sakin bir şekilde oraya buraya sıkıştırdığımız kıyafetleri giyiyoruz, bulamadıklarımız ve cama yırtıp koyduklarımız yerine bavuldan yenilerini çıkartıp onları giyiyoruz. Artık yola çıkmaya hazırız. Çıkmadan önce bir zarf veriyorum sana ve sen gülümseyip açmadan önce çantana uzanıyorsun ve bana kırmızı bir zarf veriyorsun.
"Solistim benim! :)"
"Benim aşkım bir tasarımcı! :)"

Evimizdeyiz İzmir'de yakın bir süre içinde evimiz olmayacak yerdeyiz ve hatta yatağımızda ve koltuğumuzdayız.

                                -------------------

"Cuma oldu,artık evde yiyecek bişey kalmadı. Hadi üstümüze bişeyler giyelimde çıkıp bir kaç haftalık yiyecek alalım kendimize"
"olur aşkım"

Eskiden kalanlar 1/2

Uyanıyorum, güneşli bir oda çift kişilik bir yatak, beyaz renkler hakim, baş ucumda bir lale, kalkıyorum banyoya yüzümü yıkamaya gidiyorum, sen banyo yapıyorsun; "günaydın aşkım!" diyip yüzümü yıkıyor, traşımı oluyorum, o sırada sen banyodan çıkıyorsun senin bornozunu verip dudağından ufacık bir öpücük konduruyorum.

Sen saçını kurutup giyinirken, ikimize bir kahvaltı hazırlıyorum, kapının önünden sütümüzü ekmeğimizi ve gazetemizi de alıyorum. Sen geliyorsun ve kahvaltımızı yapıyoruz. Mutfak kocaman bir mutfak ışıl ışıl, mutfak masası kocaman boydan boya bir camın önünde apaydınlık.

Kahvaltını yapıp yavaş yavaş hazırlanıyorsun, sana senin arabanın anahtarlarını, çantanı ve paltonu hazır tutuyorum. Çıkarken bir öpücük verip "seni seviyorum!" diyip çıkıyorsun; akşama konserin var.

Sen gittikten sonra ben de yıkanıp, çalışma odama gidiyorum, projemi devam ettiriyorum.


Saat 2:30da geliyorsun yorgun bir şekilde, ben hemen sana bir kahve hazırlıyorum, sen onu içerken hemen hazırlanıyorum, malum saçlarını yaptıracaksın ve arabayı parketmek ve bunun gibi şeylerle kaybedecek zamanın olmayacak, bende seninle geliyorum. Çıkıyoruz.

İşlerini halledip konseri vereceğin yere, oradan da kulise giriyoruz. Belki bu vereceğin 50. resital ama yine yüzünden o heyecan okunuyor. Belki de Almanya'da vereceğin son konser olması heyecanını arttırıyor. (Ertesi günlerde taşınma durumumuz var çünkü sen Fransa'dan çok iyi bir orkestra'dan teklif almışsın ve kabul etmişsin)

Konser sonunda, alışılmış bir durum değil ama, ayakta alkışlanıyorsun ve iki kez bis yapmak durumunda kalıyorsun, belki herkes senin gideceğinden dolayı seni iyice kafalarına kazımak istiyor, belki bu duyguyu uzun zaman yaşayamayacaklarından dolayı biraz daha seni dinlemek istiyor.

Kulise geri döndüğünde ben orada oluyorum. Gözlerin dolmuş ve yorulmuş gibisin, aklında soru işaretleri var (acaba paris semfoniden teklifi kabul etmem doğru bir şey miydi?, tam da alışmıştım buraya!)

... Ve çıkıyoruz oradan, eve gidip gece için hazırlanıyoruz, son konserinden sonra sen orkestra'dan ve dışarıdan arkadaşlarınla son bir kez eğlenmek istiyorsun...

Kıyafetlerimizi değiştiriyoruz, sevişiyoruz ve bir taksiye binip eğleneceğimiz yere gidiyoruz...

Geri döndüğümüzde ikimizde sarhoşuz ve yorgun, üstümüzde ki bütün kıyafetleri girişten itibaren yerlere atarak yatak odamıza ve yatağa doğru öpüşerek ilerliyoruz, yatağa vardığımızda çırılçıplağız artık. Yorgun olmamıza rağmen gözlerimizi kapattığımızda güneş doğmuş oluyor... ve ertesi gün akşam üstüne kadar uyuyoruz beraber...

Gün boyunca kendime sürekli söylüyorum "ben çok şanslı bir insanım"

Seni hayatım boyunca sevicem...

Pazartesi, Şubat 06, 2006

evde yalnızım

        MSN, Cep telefonu vesaire; bunların hepsi insanlara kolay ulaşmanın yolları. Okadar alışmışız ki insanlara kolay ulaşmaya, nasıl olsa ulaşırım zihniyetiyle, kimseyi aramıyoruz.
        Her gün dışarıdan eve gelince girmeden önce posta kutusuna bakarım bişey gelmiş mi diye, garip gelecek belki ama artık fatura bile görsem seviniyorum. Sonra eve girer üstümü başımı değiştirir, tuvalete girer, elimi yüzümü yıkar, buzdolabından içecek birşey alıp açarım televizyonu. Sonra bilgisayarı açar mail gelmiş mi diye bakarım; son zamanlarda subscribed news bile gelmiyo. Telefonum ve messenger im kapalı huzurluyum çünkü birinin online olması ve “merhaba” dememesi veya “merhaba” lardan sonra uzun bir süre bişey yazmaması, onların online olduğunu görememekten çok daha kötü. Bundan sonra insanlara daha çok mail yazmayı istiyorum, yani biliyorum elden yazamıycağım için yani üşeneceğim için e-mail daha makul bir şey olacak. Sonra insanlar bu maili aldılar mı almadılar mı bilemiycem ama aldıklarında bi gün ona cevap yazacaklarını biliyorum ve insanın kendini çok daha iyi hissedeceğine eminim.
        Başarmak da zor sonuçta herkes benim gibi alışmış messenger’a...

14şubat

        14Şubat, Sevgililer Günü! Aslında sevgililer günü demek çok yanlış, sevgilisi olmayanları aşşağılama günü veya sevgililere mecburi hediye alma günü denilebilinir. Hakikaten 14şubat’ı seven var mıdır? yani sevgililer günü olarak seven! Yada sevgililerin, sevgiyi hissedenlerin böyle bir güne ihtiyacı mı var ki?
        Sonuçta aksini iddia eden varsa yada sevgililer günü hakikaten gerekli bişey diyen varsa, aşşağıda link var yazıya yorum yapmak isteyen herkese açık...

Cumartesi, Şubat 04, 2006

Sympathique - Pink Martini

Ma chambre a la forme d'une cage

Le soleil passe son bras par la fenêtre

Les chasseurs à ma porte

Comme les p'tits soldats

Qui veulent me prendre


Je ne veux pas travailler

Je ne veux pas déjeuner

Je veux seulement l'oublier

Et puis je fume

Déjà
j'ai connu le parfum de l'amour

Un million de roses n'embaumerait pas autant

Maintenant une seule fleur dans mes entourages 

Me rend malade
Je ne veux pas travailler

Je ne veux pas dé
jeuner

Je veux seulement l'oublier

Et puis je fume
Je ne suis pas fière de ça

Vie qui veut me tuer

C'est magnifique être sympathique

Mais je ne le connais jamais
Je ne veux pas travailler

Non

Je ne veux pas dé
jeuner

Je veux seulement l'oublier

Et puis je fume
Je ne suis pas fière de ça

Vie qui veut me tuer

C'est magnifique être sympathique

Mais je ne le connais jamais
Je ne veux pas travailler

Non

Je ne veux pas déjeuner

Je veux seulement l'oublier

Et puis je fume

Goodbye my lover - James Blunt

Did I disappoint you or let you down?
Should I be feeling guilty or let the judges frown?
'Cause I saw the end before we'd begun,
Yes I saw you were blinded and I knew I had won.
So I took what's mine by eternal right.
Took your soul out into the night.
It may be over but it won't stop there,
I am here for you if you'd only care.
You touched my heart you touched my soul.
You changed my life and all my goals.
And love is blind and that I knew when,
My heart was blinded by you.
I've kissed your lips and held your head.
Shared your dreams and shared your bed.
I know you well, I know your smell.
I've been addicted to you.

Goodbye my lover.
Goodbye my friend.
You have been the one.
You have been the one for me.

I am a dreamer but when I wake,
You can't break my spirit - it's my dreams you take.
And as you move on, remember me,
Remember us and all we used to be
I've seen you cry, I've seen you smile.
I've watched you sleeping for a while.
I'd be the father of your child.
I'd spend a lifetime with you.
I know your fears and you know mine.
We've had our doubts but now we're fine,
And I love you, I swear that's true.
I cannot live without you.

Goodbye my lover.
Goodbye my friend.
You have been the one.
You have been the one for me.

And I still hold your hand in mine.
In mine when I'm asleep.
And I will bear my soul in time,
When I'm kneeling at your feet.
Goodbye my lover.
Goodbye my friend.
You have been the one.
You have been the one for me.
I'm so hollow, baby, I'm so hollow.
I'm so, I'm so, I'm so hollow.

Canım sıkılıo!

        Nedense canım sıkıldıkça yazıyorum ve sonuçta sizin de canınızı sıkacak bir şeyler yazmış oluyorum. Biraz kitap okuyayım dedim, kitap sıkıcı geldi, tv izliyim dedim ama hep izlediklerim var, malum bu hafta hep geç yattım ve herşeyi izleme fırsatım oldu. Her neyse şimdi yine buradayım, yazıyorum eften püften. Bugün Cuma olduğundan dolayı olacak kimse yok MSN’de de sıkıcı bir gün olmuştur zaten Cumaları hep. Yarın saat 3te bilgisayar sınavım var, evet tabe çalışmalıyım di mi :P Gerçi bilgisayar sınavına değilde, Pazar gün ki Sanat Tarihine çalışmam daha mantıklı ve ii olurdu ama çok uzaklaşmışım o dersten ne yazık ki. Elime çalışacakları aldığım zaman hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor o yüzden onu da sınav öncesine bırakıyorum çünkü hiç bitmeyecekmiş gibi gelen şeyler genelde son iki saat çalışıldımıda faydalı oluyor, yada ben kendimi kandırıyıorum; size ne kendimi kandırırken size mi sorcam? Hayret bişey çattık!!! Aa! baba sende benim adresim var mıydı? EE baba ben bugünçok çalıştım da bitmedi biraz dinleniyim dedim :D
        Bugün okul parasını yatırdım. 4536YTL benimle beraber sırada en az 15 kişi vardı. Soyabilir miyim acaba bankoyu diye düşünmedim de değil. Düşünsen sadece 1saatte 30 kişi para ödüyo yani yaklaşık 150bin lira wauw (bakkaldan sakız bile alamazsın!) (Salak yeni lira bu yani 150milyar) (hııı! tamam o zaman) Hiç piyangoya filan gerek yok! Ödemenin son günü saat 4buçuk civarı alcan eline silahı soycan bankayı maskelerle :) Seri numaralarını kaydetme gibi şeyler de yok türkiye de! sonra bi isviçre bankasına göndericen filan. 1saat öncesine kadar bi film izledim de elmas hırsızları filan vardı etkisinde kaldım galiba... Şöle şeyler yapsam da filmim yapılsa ya! Çünkü görünüre göre iyi bişeyler yapıpta adımı filmlere koyamıycam, hele aşk filmleri için çok yanlış bi adamım! Düşünsenize “Kim olduğu farketmez, o yine de koşar - Koşucu” diye uzun isimli bir film yaptıklarını benim aşk hayatımla ilgili. Bide aşk filmi dediğin ya üzücü biter yada mutlu sonla! Bu kadar geyik bir duruma bürünmez herhalde. Gerçi öbür türlüde garip olur “okul harcını ödeyip, okulu soyan genç” !!! Olsun yine de ikincisi daha iyi oldu. En azından atraksiyon var, alırsın eline pop corn’u izlersin işte, biraz güler sonra da filmdi işte zaman geçirdik dersin.
        Nerden şimdi aklıma geldi bilmiyorum ama aklıma babamla yaptığımız bir tartışma geldi. Anadolu inşaat birinci sınıf sömestre tatilinde, Meral Halamın evinde, balkonda, yemek sonrası bir cesaretle “baba ben inşaat mühendisi olmıycam, iletişim tasarımı okuycam” dediğimde bana “sonra da Mehmet Ali Erbil gibi ibne mi olcan” diye kızmıştı. Ah Mehmet Ali, ah! 6 seneme mal oldun! Gerçi ne alaka hala kestirebilmiş değilim. Şimdi tasarım okuduğumun bilincinde mi acaba, neme lazım siz hatırlatmayın. Baba ben ENDÜSTRİYEL tas. ‘da okuyorum :)
        Şimdilik herkese ii geceler, tatlı rüyalar.

Cuma, Şubat 03, 2006

Hocamdan davetiye aldım :)

Cumartesi galiba emin değilim ama içmeye gitçez hocama Küçük de bir davetiye yapmış, çok şirin Ama kimseye vermiyo öle! Kendimi özel hissettim, ne küsel di mi ama.

Perşembe, Şubat 02, 2006

Biri

Thanatos! (iBook)
moda tasarımından bi hatun
sanat tarihi ve stüdyoya geliyo
dur tarif ediyim
yüz güzeli
burnunda çok küçük bi hızma var
üzerinde siyah beyaz bi palto var hiç çıkarmıo
ve çantası o da %80 çıkmıo
bayılıyorum kıza
ve gözlerine baktığım her saniye saatlerce hikaye yazabilirim
(heyecanlandım)


kenshin

abi muhabbeti ilerlet bence o kızla

Thanatos! (iBook)
işte löpdedenek atlanıcak bi hatun değil
içinden herşey çıkabilir
melek de şeytan da
ben ikisini birden içinde eşit barındırabilenini severim

Reklamlar 13+ (1)

        Erkekler soyunma odası; altına siyah havlu sarmış bir erkek duvarı dinlemekte, diğer erkekler onun etrafında garip garip ona bakmaktalar. Kamera duvarın diğer tarafına geçer ve orada da kızlar soyunma odası ve duşları vardır, kızların kimisi makyaj yapmakta kimisi duş almakta, kimisi giyinmektedir. Kamera yeniden duvarı dinleyen kişiye yönelir. Altına havlu sarmış bu şahıs birden durur, doğrulur ve arkadaşına gülümseyip elini uzatır. Arkasında duran arkadaşıda pis bir şekilde sırıtıp, duvarı dinleyene bir CRUNCH verir. Daha önce duvarı dinleyen bu mahluk şimdi de elindeki CRUNCH’tan sert bir şekilde bir ısırık alır “crunchhh!” diye bir ses çıkar ve o anda ruj yapan kızın eli kayar yüzünü boyar. Bizim mahlukat bi ısırık daha alır “crunchhhhh!” bu sefer de kızların duş camı şangır şungur aşşağı iner. Sonra bizim siyah havlulu mahlukat sanki bi bok yermişcesine daha pis sırıtarak aklıma bişey geldi çocuklar şeklinde bir duruş ve bakış içine girmeye çalışır (aklı olsa kesin başaracaktır bu bakışı) ve bir ısırık daha alır “CruNChhHHH!”! Bu sefer duvar yıkılır ve kızlar erkekler bölmeleri diye bişey kalmamıştır. O sırada bunların seviyesinde bir hatun ve ekürisi pis bi şekilde sırıtır ve erkek olan mahlukatın elinden CRUNCH’ı alır ve adamın penisine bir bakış atar, erkek şaşkınlık ve korku içinde bakış atar. Tam o anda erkeğin başında bir paspas patlar ve ardından bir ses “len! ırıspı çocuuu! babanın mı lan buralar, sen mi ödeyecen bunların parasını, ...sını sittiğimin pizevingi!...” diyerek. “crunch, cronchhhh, dranchhhh” şeklinde, o bizim siyah havlulu mahlukatın ağzını burnunu dağıtır, tüm coğrafyasını değiştirir. Artık ne havludan ne de mahlukatlardan eser kalmamıştır. Sadece bizim hademe ve sinirle yediği CRUNH’ı....

        Bir üniversite kantini, bir çocuk koridordan yaylanarak kantine girer, ona buna selam verir, tam arkadaşlarının yanına giderken, kocaman masada yalnız oturan bir çocuk görür. Hemen oradan bir 3Ü1 ARADA kapar ve yalnız oturan çocuğun yanına gider “bunu içmeye, seni de ortama hazırlamak gerek!” der. Yalnız oturan çocuk içinden “Dö la vuk sen mi beni hazırlayacaksın” der ama nezaketen bir şey söylemeden gülümseyerek kalkar yerinden, nescafe makinasının yanına giderler orada kahvelerini hazırlarlar, masada yalnız oturan çocuk bir yudum alır içinden “sanki ilk defa içiyorum! neyse çocuğu tanımıyoz, bozmayalım” der ama yüzüne “çok güzelmiş!” der. Aynı anda arkadan bir bayan sesi duyulur “di mi?”. Neyse hep berabercene kızların çoğunlukta olduğu bir masaya otururlar, daha önce yalnız olan çocuk aklında yalnızlıktan biriken şeyleri bir bir dışa dökmeye başlar “şimdi geçen gün bi mustang gördüm, taaaam mı? bende de doğan SLX var, neyse yokuş yukarı gidiyodum, mustang da karşıdan geliyordu, adamın önüne bir kırmışım direksiyonu, walla herif son anda durdu, neyse hemen el frenini çekip bi 187 derece dönmüşüm taaaam mı? sonra yokuş aşşağı kaptırdım, tabii araç ağır bende ii kullanıyom bi baktım dikiz aynama adam toza karışmış sonra..........” o sırada bunları dinleyen kız içinden şunu demektedir:
        -Ne diyo lan bu dalkavuk, ne diyosa diyo canım banane, sonuçta 3Ü1 ARADA içiyo...

Gizli Özne

Sürekli dönüp dönüp onun yazdıklarını okuyorum. Facebook'ta onun resimlerine bakıp duruyorum, beraber yazışmalarımızı yeniden yeniden...