Salı, Ocak 31, 2006

Şarap


Evimdeyim, her zaman ki gibi TV izliyorum CNBC-e keyfim yerinde. Bi de kırmızısından şarap açtım walla her şey tolunda. Şarabın adı Cumartesi şişesi 18,75ml bence gayet güzel bi şarap, gerçekten hoşuma gitti. Zen tanıştırdı bununla beni (yine Zen ). Elinde şarapla geldi zaten en son ve ilk bana geldiğinde.... Yeniden teşekkür ediyorum çünkü çooook keyifli :) Cidden alın için eğer şaraptan fazla anlamıyosanız. Anlıyorsanız şöle söliyim abime söliyim beğenirse işten anlayanlara da öneririm. :)

Mac ve PC (reklam olamayacak kadar dayanaksız!)

        Aslında reklama girer bu yazacaklarım ama dayanağım olmadan yazıcam ne yazacaksam. İlk önce hikayesini de yazmak istiyorum:

        Okuldan arkadaşlara her ne kadar uzatmamak adına daha önce alındığını söylemiş olsam da bu bilgisayarı, okulda IBM dağıtıldıktan sonra aldım. Bilmeyenler için daha baştan başlıyım. İzmir Ekonomi Üniversitesini kazandığımda, kayıt yaptırırken önümdeki “genç“ laptopları ne zaman dağıtıyorsunuz gibi bir soru sordu öğrenci işlerine, bende o anda anladım ki okul cidden laptop dağıtıyo (e normal bi dönemlik paranın dörtte biri, toplu alımlarda) Wauw dedim hemen internetten araştırma yaptım acaba ne veriyorlar diye. Tasarım için iBook, diğerleri için IBM r51... Hemen dudaklarım kulaklarıma doğru yönlendi. Daha sonra bir konferansta öğrendim ki sadece iletişim tasarımcılarına veriyorlarmış iBook’u... Dahası da var, okul windows a 100binlerce dolar vermemek için linux yüklüyormuş ve eğer windows yüklemek istersek lisansla HelpDesk e kaydımızı yaptırmalıymışız. Ne kadar saçma gereksiz vs.

        Neyse okul başladı hazırlık sınavını filan atladım ve laptop’u verdiler. Linux filan laptop ya önemli değil. Linux hakikaten iğrenç bi işletim sistemi ve dahası IBM’i IBM yapan hiç bir özelliği kullandırtmıyor. Her neyse hafta sonu İstanbul’a gittim babam orada diye, giderken panomda yapışık olan AppleIMC davetiyemi gördüm... Yuppiiii.... Gittim babamı da götürdüm :) Fuar alanına girer girmez içimde bir buhran oluştu, inanılmaz tasarım harikaları bir arada. Halka açık olan bi kaç tanesini kullanmaya çalıştım biraz ama garip geldi, yine de garip marip accayip hoşuma gitti GUI’si (GraphicUserInterface) Neyse döndüm dolaştım iBook kurcaladım, fiyat sordum kampanyaları sordum vs. Evet kararlıydım alacaktım onu bi şekilde. Kredi kartlarımda yeterli para var mıydı? ”Finansta şu kadar, world’de bu kadar, Bonus’ta şu kadar, evet 200YTL filan eksik babamdan istesem mi acaba eksik kalan kısmını?“ Neyse babama çıtlattım konuyu ve biraz muhabbet sonucunda ”Walla baba o yada bu şekilde ben bu aleti alıcam, bugün yarın, borç harç bilemem ama bi gün alıcam“ ve sonra otele geri dönerken elimde bir Mac kutusu içinde de iBook 14” vardı... Yupppiiii... Genelde bana bişey alınınca en fazla iki ayda cılkını çıkartırım ama bunda böyle olmadı hala bu aleti aynı heyecanla kullanıyorum, yaımdan ayırmıyorum... Mini Cooper ve iBook hayali kurulabilecek en güzel iki şeye sahibim :) Ben hakikaten allahın sevdiği kuluyum ve babacığım çok teşekkür ederim...

        Şimdi artık biliyorum içini dışını iBook’un da. Bir sürü şey kurguluyorum hergün kafamda. Piyasada alınabilinecek iki laptop var, biri iBook biri de Vaio. İkiside gerçekten çok güzel aletler ama Vaio alınana kadar güzel olan bi alet sonrası özellikle benim için kapalı dolaplarda tozlanma süreci. Zaten Vaio’ya da yüklenebilecek tek program Windows (evet var linux ve türevleri ama aman diyim öle bi hataya düşmeyin) o yüzden diğer bilgisayarlar gibi sorunlu ve takıntılı karakteri olan bir bilgisayar olmak zorunda. Bu bilgisayarı kullandıkça farkediyorum da, bence Windows ve Pc bir çok özelliğini Maclerden almış. Mesela Sleep olayı veya disc mounting, disc verification. Bunları düşündüren bana windows’a bu özelliklerin yakışmaması ve Mac’le acayip uyum sağlaması. Mesela “disc yazımı bitince disc’i çıkar” komutu, pc lerde kocaman bir çekmecenin çıkması demek ve bu o aletin kırılmasına kadar gidiyor, ama macler de sadece cd çıkıyor ve cd yuvarlak bişey olduğu için takılıp kırılma ihtimali pek yok. Beni windows’un Sleep özelliği hep deli etmiştir, ya sleep yapmak bi işe yaramaz, harddisk durmaz işlemci işine devam edermişçesine ısı üretir yada makine öle bi uykuya dalar ki uyandırmak bilgisayarı baştan açmaktan daha işkence dolu olur, iBook’ta aç kapa aç kapa artema, sıkıntı yaşamazsın. Ve son olarak şunu söylemek istiyorum, hakikaten Mac için yapılan programlar müthiş, mesela şu anda kullandığım MacJournal yazı yazmanın verebileceği en büyük zevklerden birini veriyor, zaten saçmaladığımı farketmeme rağmen uzattığım yazılardan da bu belli olmalı :)

        Daha ikisiyle ilgili eleştirecek bişey bulabilirim ama kalsın. Zaten windows kullananlar yeterince dertlidir. Ne zaman karşımdaki insana (MSN’de konuşurken) bişey göndersem, bi sorundan bahseder, programın açılmadığından, açılıp resimlerin bazılarının gözükmediğinden, sonra gönderdiğim şeyin, yaptığım 45dk açıklama ve kullanıcı kılavuzluğundan sonra bir anlamı kalmaz. vesaire vesaire Sonuçta artık pahalı da olmayan bu ürün, seçimleri kolay kılıyor...

        Hemen sahip olmak için 0567-1234567 yi arayın, hemen arayanlar için bir laptop alana bir de monitör veriyoruz 11“ (ne işine yarar bilemiyoruz ama) ve yine hemen arayanlar için bilek kaslarınızı güçlendirecek, beyninizi bacak aranıza taşıyacak süper Timotiri’yi de beraberinde veriyoruz hemde ayda 11ytl taksitle (11YTL x 123ay) Hemen ara 0567-1234567. Eğer cidden ulaşabilirseniz bi de Hakkari’de yeni yapılacak olan 456katlı iş merkezini de veriyoruz, hatta veriyorum, ben veriyorum ulaş ulaşabiliyorsan.... (Saat 4:35 olur bu kadar)

Zen bu işten anlıyor

        Sınav zamanlarındayım ama ben ders çalışmaktan çok evi re-dekore ediyorum. Zen geldi bir kere bu eve, ve bir iki fikirde bulundu. Şimdi ben onun dediği gibi yapıyorum (kafama yatmasa yapmazdım tabii ki!). Tamamlayabilmiş değilim ama şimdiden çok güzel olmuş gibi hissediyorum. Koltuğu Dolabın karşısına aldım ve karşısına perdeyi koydum yani dolabın önüne. Dolap artık salonu dolu göstermiyo çünkü çoğunlukla ortada yok. Şimdi koltuğa yatması daha keyifli çünkü boş duvar görmüyorsun, bütün salona hakim oluyorsun. Evet keyfim yerinde. Zen yine gelsene şu re-dekore bitmeden. Çünkü eğer tam olarak yerleşirsem ve gelip şunu da keşke şöyle yapsaydın dediğinde kesinlikle zor bişey olsa da bir hafta uğraşır yine de yaparım. Gerçi o geldiğinde sınavlarım bitmiş olur ve zamanım olur ama yine de şimdi uğraşıyorum işte. Neyse boşuna sesleniyorum; o şu anda Uludağ’da snowboard yapıyor. En son gittiğinde belinde bi sakatlıklar olmuştu yanlış hatırlamıyorsam, umarım keyifli bi şekilde snowboard’unu yapıyosundur ve bişey olmadan sağ salim gelirsin.

        Zen şu anda dayısının ortak olduğu bir turizm şirketinde çalışıyor, kendisi Anadolu Üniversitesi Çevre Mühendisliği mezunu ve şimdi sadece bilet kesiyo, ne kadar ironik aslında Türkiye’de fazlasıyla alışmış olmamıza rağmen. Bence zaten çevre mühendisliği onun için yanlış bi meslekti. Son derece zevkli olan bu insanın bence sanatsal bi yanı olan bişeylerle uğraşması gerekirdi. Yine buradan sesleniyorum bence “Dekoratör“ ol sen; okumana bile gerek yok bence sende doğuştan var bu yetenek.

Pazartesi, Ocak 30, 2006

cast riid end sımayl




Bora gönderdi, kimin bilemiyom...

okuyodum da

        Cihan’ın günlüğünü okuyordum, aklıma bir açıklama yazmak geldi; hani şu gereksiz bilgiler kitabına eklenebilinecek cinsten. Bu arada Cihan benim testimi yapmış adam 90almış, accayip mutlu oldum, beni tanıyan bi adam var .

        gece konuşmaları veya dertleşmeleri kadar leziz birşe varmıdır be.hele saat 3ten soorakiler daa güzel olur.böle sessiz-sessiz,fısırfısır,arkada kısık müzik sesi.tabakaneye bok yetiştirecek gibin içindeki her şeyi anlatası gelir insanın be..bak gündüz saatlerinin hiç böle bi forsu yok bende.


        Yukarıdakini Cihan yazmış. Evet bence de gece konuşmalar her zaman daha iyi oluyor. İnsanlar karşılarındaki uyumadan önce ellerinden geldiğince bişeylerini anlatmaya çalışıyor, yarışırmışcasına. İnsanlar genelde gündüz vakti ya internet başında oluyor, ya televizyon başında ya da dışarıda ama gecenin bi saatinde artık televizyonda bişey kalmamış oluyor, MSN de konuşabilecekleri insanlar çoktan uyumuş oluyor. Evet, insanların gündüz vakti sohbet etmek ve konuşmaktan daha önemli yapacak işleri oluyor, mesela dizi izlemek, kim kimi şey yapıyor programlarını izlemek, internetten zaten herşeyini bilen insanlara kendini anlatmak vs.
        
        İzmir Ekonomide okumaktan gayet memnunum ama buranın bize kaybettirdiği en önemli şey gece sohbetleri denilebilinecek bütün sohbetler. Ne alakası var üniversiteyle demeyin. Bütün herkese Laptop vermeleri insanların eğlence, zevklerinin, belki de bütün hayatının bir deftere sığması demek. İnsanlar her yere taşıdıkları o şeylerle kendi hayatlarını diğerlerine çok rahat bir şekilde diretebiliyorlar. Evet belki güzel ama insanın, insan olma özelliğini körelten bişey bu, kendi ağzıyla tasviri. Kimse bişey anlatmak zorunda kalmıyor gecenin bir saatinde, sadece açıyor video olarak gösteriyor, sadece girişi yapıyor sonra o video, bu resim, şu müzik derken zaten sabah oluyor. Hani saat sabahın beşinde uyumadan o devam eden konuşmalar vardır ya, hala aklında bişeylerin kalmış olması, bütün gece konuşmanın verdiği o gülümseme; hayır saat 3te başlayan konuşma saat 4te çoktan bitmiş oluyor, aklında bişey kalmıyor, evet artık karşındakini tanıyorsun, nasıl tanımaksa!

        Şimdi tek başıma oturmuş yazı yazıyor internetten bişeyler indiriyorum, keşke yanımda biri olsaydı diyemiyorum çünkü o da şu anda kendi laptopuyla birileriyle konuşuyor olacaktı yada onun gibi bişey...

        whatever, when i’m alone, whatever i do whatever that i want...

Pazar, Ocak 29, 2006

What is Blog?

1. A blog is basically a journal that is available on the web The activity of updating a blog is "blogging" and someone who keeps a blog is a "blogger " Blogs are typically updated daily using software that allows people with little or no technical background to update and maintain the blog Postings on a blog are almost always arranged in cronological order with the most recent additions featured most prominantly .
2. From "Web log " A blog is basically a journal that is available on the web The activity of updating a blog is "blogging" and someone who keeps a blog is a "blogger " See also: WWW. . , n: Slang term for a weblog A Web log, for the uninitiated, is a popular and fairly personal content form on the Internet A person’s Web log is almost like an open diary It chronicles what a person wants to share with the world on an almost daily basis .
3. An easily updated personal website, generally updated daily and expressing See About Blogs or look at a sample .
4. From "Web log " A blog is basically a journal that is available on the web The activity of updating a blog is "blogging" and someone who keeps a blog is a "blogger ".
5. Internet &/or virtual reality Blog: an online diary or journal, typically documenting the day-to-day life of an individual Derived from "weblog" .
6. Webpages that are constantly updated with new commentary and links about a particular topic Often very personal . . A web log: an on-line diary or frequently updated personal web page A strong fannish punch .
7. This is a publicly accessible personal journal for an individual Similar to a personal diary, but shared over the web .
8. From "Web log " A blog is basically a journal that is available on the web The activity of updating a blog is "blogging" and someone who keeps a blog is a "blogger " See also: WWW. . a shared on-line journal where people can post diary entries about their personal experiences and hobbies.

Sevgi

         “insan anladığı kadar sever, anlamadığı kadar bağlanır”

        Karşındaki ne kadar angut, öküz olursa olsun, onu anlayabiliyorsan biraz olsun, biraz olsun onun yerine koyabiliyorsan kendini ve istediğinde onun gibi davranabiliyorsan, o zaman içinde bir sevgi oluşur. İlk önce nefret etmekten vazgeçersin sonra seversin çünkü onu anlaman sana zarar vereceği noktaları bilmek ve bunun önlemini almış olmak demektir ki buda seni sevmeye iter.

        Kötü olan anladığını zannetmektir, bu nefreti doğurur.

        İçinde bir huzursuzlukla beraber, karşındakini anlamak adına bir noktadan tutarsın ama hiç devamını getiremezsin, bu bağlar insanı bence, çünkü bi kere tutunca ucundan devamını istersin. Herşeyde böyle değil miyiz zaten?

        “İnsanın değer verdiği, karşısındakinin yaptıkları veya karşısındaki değil, onun için yaptıklarıdır”

        Devamını istediğin andan itibaren onu daha iyi tanımak, daha çok sevmek için ucunu tuttuğun o ipi var gücünle çekmeye başlarsın, ondan sonra amaç sadece o ipi bırakmamaktır. Elin kanayana kadar çekersin, sonra bütün vücuduna sararsın ve ipin geçtiği yerler kanar durur. Bişeyler bittikten sonra insanın canını yakan ipin gitmesi değil, kanayan yaradır (zaten bu hep sölenir). Evlilikler o yaraların üstünün iple bir olup artık kanamamasıdır.

        Bi de yaraların nasır kaplaması var, işte bu benim en sevmediğim. Bazen içten içe kaşıntı yapar, kaşıyamazsın bile, kaşıdığın yer kaşınan yer olmaz hiç bi zaman... Bir ip bulursun yine sarılabileceğin ama ipi tuttuğunun bile farkına varmazsın, sonra farkına varmadan bırakırsın.

        
        ...Ve ben, ben o ipleri hep çok sevdim... Artık benim de nasırlarım var, yumuşarlar bi gün... Ben yine de insanlar tutunsun diye bırakıyorum ipimi sürekli yavaş yavaş...

pianistim ben (tabi)

        Küçükken “Evladım biraz bişiy yapsan şu piano çalma adına” dediler de dinletemediler! Şimdi geç değil belki ama ben yine aynı benim, şımarık... Ama lafa gelince; ben piano çalmak istiyorum. Demin Okan Bayulgen’in programına biraz baktım (ilk başta Zehra MSN de “açsana” demişti ama ben bi süre kumandayı bulamadım) adını duyamadım ama türk bir grup caz yapıyordu! bayağı da güzel şeyler yapmışlar, pianist kadının (elebaşı) elleri pianonun üstünde hop oraya hop şuraya zıplıyordu; ne diyim yine özendim. Ne zaman özensem zaten, “tüh keşke bi pianom olsa” diyorum ama biliyorum bir yada iki tuşuna basıcam, “tamam, yeter!” diycem sonra allah bilir kaç ay sonra başka bir program özendircek beni bir kaç tuşa daha basmam için!!!

        Evet başlıkta dediğim gibi ben bir pianistim. “Ne zamandır?“ derseniz bugün oldum. En iyisi şöle açıklayayım; şimdi ben çok dijital bi adamım, düşünürken bile ekranın başına geçiyorum e-mule izliyorum, evet komik ama e-mule izliyorum, tıpkı çamaşır makinesini izlemek gibi, yada günlüğümü bilgisayarda tutup, MSN’e girmeyen veya giremeyenin halini hatırını sormayı unutuyorum (gülmeler kesildi, küfürler başladı anlaşılan)

        Her neyse baktım en çok tuşa bu alette basıyorum ve ellerimi izlediğimde benim parmaklarımda bir harften diğer harfe uçarmışçasına hareket ediyor, demek ki bende bir pianistim. Her ne kadar aynı sesi çıkartsada farklı şeyler ifade edebiliyorlar. Yani evet, siz ne derseniz diyin ama ben sanal pianistim, sanal manal ”pianistim ben”. (Bu laflar pianistlerin hoşuna gitmeyecek)

        Not: Burada pianist yerine, klavyist de denilebilirdi ama o zaman özencim gitmezdi...

Cumartesi, Ocak 28, 2006

İzmir ve diğerleri

        Türkiye diğer ülkeler gibi değil galiba. Galiba diyorum çünkü diğer ülkeleri o kadar da tanımıyorum. Burada ülkenin kendine has bi yaşam tarzı, bir kültürü yok, her şehir kendine has kültürler içeriyo, her şehrin yaşam tarzı birbirinden ayrı, küçük farklar yok, farklar inanılmaz...

        Şimdiye kadar 4 şehir de yaşadım, uzun süreli olarak. Ankara, Eskişehir, Bodrum (şehir değil ama ben şehir diyorum) ve İzmir. Ankara aralarında en enteresanı gibi gelsede bana, en çok oradan şikayet etsem de, inanın hiç biri daha çoğunu haketmiyor. En çok İzmir’i seviyorum, şimdilik!

        Bodrum için söyleyebileceğim iki şey var; kışın koca bir inşaat, yazın koca bir disko. Daha fazlası değil kesinlikle, eğlence olarak kışın yapilebilecek tek şey inşaatları izlemek, yazın da bi işe yaramak istersen yapabileceğin tek şey “karı götürmek”. İkiside bana göre değil veya değildi mi demeliyim.

        Burada bana göre değil kavramlarım değişmeye başladı. Eskişehir’deyken erkekler “avcı“, kızlar “av“ dı! Burada erkekler ”av“, kızlar ”avcı“ resmen. Havasından mı suyundan mı bilmiyorum, yada okuldakiler yeni üniversiteli olduklarından bana öyle geliyor, cidden bilmiyorum ama burayı da garipsemeye başladım. Yine de burada ki düzen, şehir ve sokaktaki insan kavramları çok güzel, bu yüzden burayı hala çok seviyorum. En azından Ankara’nın krosu burada yok, yada havası! Burada yalnızken çoğunlukla iyisin, nefes alabiliyorsun.

        Ankara’da insan içine çıkmak cidden bir bireyin tek başına yapabileceği birşey değil ve yalnızlık kaçınılmaz. İnsanları, ne yaptıklarını bilmeyen kısır döngü içinde kendini bulmaya çalışan bir tarz içinde. Rahatsızlık dolu nefes almanın zor olduğu, düzensizliğin ön planda olduğu, sadece alış veriş yaparak vakit geçirebileceğin bir şehir. Ankara’yı tanımak istiyosan pazar günü armada’ya gitmeye çalışman yeterli. Tam gelişmek için saçma sapan şeyler yapan bir iç anadolu şehri.

        Gerçi Eskişehir’de gelişmeye çalışan bir İç Anadolu şehri ama kesinlikle Ankara değil! Evet genelde insanların sölediği gibi, Eskişehir tam bir öğrenci şehri, hatta koca bir kampüs. Her şehirden özgürlüğüne kavuşmuş 50bin öğrenci. Kafelerinden tut restoranlarına, hepsi birer kantin. Bütün parayı dışarıdan emen bir şehir. Ben okurken o kadar düzenli ve güzel bir şehir değildi ama sonradan tramway’la beraber çok şey yaptılar ve sonuçta güzel bir görüntü elde ettiler. Eskişehir benim için sevgi demek aslında ve sevgiyle gelen bunalım. Eskişehir’de her baktığın yer öğrenci olduğu için havasına bile işlemiş olan ”ne olucam ben mezun olunca“ düşüncesi var. Herkes ne yapacağını şaşırmış sonuna kadar yaşamaya çalışıyor ama bir yandan da örf ve adet lerimize bağlı kalmaya çalışıyor. Dersler yalan oluyor bi süre sonra çünkü kimse okuduktan sonra ne olabileceğini bilemiyor. Şimdi Eskişehir dendiğinde yüzümde bir gülümseme oluyor, tatlı bir anı şeklinde, daha sonra içine pişmanlıklar serisi katılsa da o kadar umursamıyorum pişmanlıklarımı çünkü her ne olursa olsun artık orada değilim ve galiba pişmanlıklarım sadece bana ait oraya değil. Ve Eskişehir denince aklıma üç isim geliyor, Gülşah, Ezgi yani çello ... Alaz, Zen, Süleman ve Zehra’yı katmıyorum çünkü onlar benim için oraya ait değiller, her şehirde varlar.

        Ve İstanbul, 4şehirden biri olacak kadar çok zamanım geçmedi; orada belki bi senem geçti babamlar orada yaşadıkları, ama orayla ilgili 3hafta hatırımda ve tek isim Aslı . Garip bir duygu! İstanbul’da, Aslı’da aynı duyguyu veriyor bana. Yaşamaktan korkmak, sürekli aklının bi köşesinde güzel olurdu demek ve ona veya hakkında bişey söyleyememek, dil tutulması. Evet garip ama İstanbul hakkında konuşurken de Aslı’yla konuşurken de ne diyeceğimi şaşıran bi insan oluyorum :) Ama şimdi seçme şansım olunca yine İzmir diyorum... Enterasan ama güzel...

        Gerçekten ne zaman bi hayalimi yazıya detay detay döksem hep orada İstanbul’un bir parçası, ya da tüm parça İstanbul oluyo. Burası hep gelmek istediğim yerdi ama hayallerimde ki yeri pek yoktu yani ismi geçiyordu ama verdiği his, adı İzmir’ken, kendisi İstanbul’du... Galiba İstanbul hiç kimsenin kolay anlatabileceği bir şehir değil zaten ve onu İstanbul yapan özellliği de bu galiba...

Blogger


Buraya yazmaya da başladım. Sadece birileri benim hakkımda fikir sahibi olsun yada insanlar benim hakkımda bişeyler okusun diye. Bazen eğlenceli şeyler yazabilirim tahminen...

Gizli Özne

Sürekli dönüp dönüp onun yazdıklarını okuyorum. Facebook'ta onun resimlerine bakıp duruyorum, beraber yazışmalarımızı yeniden yeniden...