Cuma, Mart 31, 2006

Maket teslimi

        İnternette kimsecikler yok! Herkes uyuyordur tahminen, millet resmen derste uyuyordu zaten sabah... Dün akşam başladım ve sabah bitirdim ben de ama ayaktayım, yarın Zehra gelecek biraz ortalığı toparlıyorum, toplamıyorum da yani birazcık toparlıyorum. Uykusuz ve biraz çaba ile tamamen toplanmaz bu ev çünkü. Artık pazar günü, güzel bi kahvaltı yaparız ve ben bir iki saat daha toplarım, yavaş yavaş düzene girer tahminen.

        Garip gelecek bazılarına biliyoruma ama Zehra’yı özlemişim, yada özlediğimi düşünüyorum, yarın anlaşılacak! Sonuçta adam akıllı görüşmeyeli neredeyse iki sene oldu, uzaktan anlaması zor bazı şeyleri. Ama keyfim son derece yerinde...

        6sında bornova girişinde İkea açılıyo, gerçi ilk bir-iki ay tıklım tıklım olur ama yine de gidicez. Ve param bugün geldi 1 hafta içinde de kırtasiye masrafım geri yerine gelir ve en azından biraz olsun nefes alma fırsatım olacak gibi bir iki hafta içinde.

        Şimdi iki hafta içinde teslim etmemiz gereken iki proje var. Birisi tasarım stüdyosu için Klasik bir bestecinin bir eserini 3boyutlu bir nesneye çeviricez. Biz; Efe, Mesut, Berkem ve ben, Rachmaninoff’u seçtik, daha doğrusu ben çektim kurrayı ve o çıktı, tabii ki hangi eseri olabilir, Rach.3 piano konçertosu. 1.bölüm den sadece bir dakikayı kullanacağımız için o kadar da zor gelmiyo sonuçta başları yorumlanabilinir, incelenebilinir bi yapıya sahip. Gerçi ben yine de beethoven çekmek isterdim çünkü moonlight sonata son zamanlarda acayip takıntım olmuş durumda. Ayrıca Andrew Deck bana kendi kültürüne daha yakın veya klasik müzik değilde daha içinde olduğun bir müzik seç sen onu yap onlara inat dedi ve arkamda duracağını belirtti ama yine de ben emniyeti elden bırakmıyım di mi? Yani hem Rach.3 ün bir dakikasını yorumlıycam, hem de mozart l’egyptian dan bir parçanın 1 dakikasını seçip onu yorumlıycam. Bu arada iki de bir yorumlıycam diyorum ama analiz etmek daha doğru olacak galiba sanki ben çalacakmışım gibi oldu yorumlamak . Neyse onun dışında bi de maket yapımı dersi için projemiz belli oldu yine iki haftalık, köprü gibi bişey yapıcaz, aslında köprü denemez, bir konstrüksiyon yapıcaz, onu 950mm aralığı olan iki masanın oraya koyucaz sonra ortasına ağırlık koyucaz, hem hafif olacak hem dayanıklı hem de görsel açıdan güzel bişey olacak.

        Dün Süleyman burada kaldı, biz maket yaparken biraz sıkıldı haliyle, sonra bugün maket yapımı dersine girdi o da. Proje açıklanınca en temiz ahşap hangisi olabilir diye konuştuk ve press kontraplak yapılmasını anlattı bana. Zaten hocamız maket kontraplak ile yapın dedi çünkü çok hafif dedi. Biz de Berkem’le beraber bir şey tasarlıyıp kalıp alıp onu yapıcaz, tabii ki maket kontraplak’ları tutkallayıp presleyerek. Gerçi biraz pahalıya malolacak ama değecek umarım eğer elimize yüzümüze bulaştırmazsak.

        Her neyse ben artık üstümü değiştiriyim sonra da ortalığı biraz daha toparlayayım, en azından evi bok götürüyo imajından kurtarmaya çalışıyım. Sonra da yatmadan önce şu gerzek kitabımı bitirmeye çalışarak uykuya dalarım umarım... Herkese ii geceler efenim.... Kendinize iyi bakınız.

Çarşamba, Mart 29, 2006

Tele-vizyon

        Şimdi söyleyeceklerim garibinize gidebilir tabi ama ben artık neredeyse hiç televizyon izlemiyorum! Yani sadece Pazar günleri saat 20:00 da Smallville’i izliyorum... Onu da süper seksi Lana Lang karakteri için izliyorum, insana böleleri de vardır şeklinde ütopik bir his veriyo. Onun yerine ne yapıyorsun diye sormayın, sonuçta tv izlemeyince benim günde 6saatlik bi boşluğum oluyo... Artık yarısını ekstra uyumakla diğer yarısını ya kitap okumakla ya da italyanca çalışmakla geçiriyorum...
        
        Şimdi okuduğum kitap Nazlı Eray’ın “Aşkı giyinen adam”. Yani Nazlı Hanımın burayı okuyacağını hiç zannetmiyorum ama okunabilinecek bi kitap değil kesinlikle... Ve ben kastım bitirmek için uğraşıyorum resmen.

        İtalyanca da çalışıyorum çalışıyorum ama aklımda kalmıyo kelimelerin hiç biri. Nerdeyse duvarlarım italyanca kelimelerle kaplanacak ama ben sadece 10 kelimeyi aklımda tutabiliyorum.

        Yani sonuç olarak baştan beri söylediğim şudur. Evet şaşırılacak bişey; televizyon izlemiyorum ama sonuç aynı, boş bomboş, böle geldik böle gitcez durumu söz konusu...

Dilek

        Uzun zamandır, bir dilek dilemek istesem yada “aaa bak! ...oldu hadi dilek tut” tarzında olaylar olsa sadece “hayırlısı diyebiliyorum. Belki Bedazzled denen filmiizlemişsinizdir, orada adamın biri birine aşık oluyor ve onu elde edemeyince şeytanla anlaşma yapıyor, şeytan ona 7 dilek hakkı tanıyor. Ne zaman bişey dilese söylemediği şeylerden dolayı, olaylar ters gidiyor. Mesela bir dileği, akıllı ünlü, fiziken orta halli şeklinde en detaylı haliyle şeytana söylüyor ama bu sefer de şeytan onu ibne yapıyor ve kadınla yine beraber olamıyor filan...

        Şimdi burayı okuyorsanız eğer sizden istediğim birşey var, bir dilek tutun ve bunu comment olarak yazın, isminizi yazmak diye bi zorunluluğunuz yok ama bi lakap yazın, ossuruktan olsa bile. Ama bu dilekleriniz, karşı cinsten biriyle çıkmak ya da sağlık, hayırlısı gibi belirsiz dilekler olmasın, detaya inin. Lütfen

Pazartesi, Mart 27, 2006

Hüzün ve Duygu

        Kadınlarda hüzün ve duygulu bakışlar, işte arayışta olan insanların dikkat etmesi gerekenler. İzmir Ekonomi Üniversitesinde okuyorum var ve etraf dehşet güzel kızlarla kaplı. Ama nedense tek başıma oturup alıcı gözüyle bile baksam bi türlü bu “güzel” kelimesini hissederek söyleyemiyorum.

        Uzun bir süredir neden diye düşündüm resmen, neden bu kadar güzel olmalarına rağmen ben onlara güzel diyemiyorum, içten bi şekilde? Sonra Eskişehir’le daha önceki aşklarımla bir kıyasa soktum. Eski aşklarımla kıyasa soktuğumda her şey anlam kazanmaya başladı, çünkü ben her zaman gerçekten “güzel” dediğim insanlarla çıktım ama sonradan başkasının gözüyle baktığımda ya da gördüğümde anladım ki o kadar da güzel değilmiş... Hakikaten İzmir’deki kızlara kıyasla, cidden çok çirkin kızlarlada çıktım. Peki bana güzel dedirten şey neydi, onları güzel yapan şey neydi.

        Çoğu insan “kendisini seven insan, karşısındakinin de onu sevmesini sağlayabilir” der. Evet, bu doğru bişey, kendine güveni olan insan ve kendini sevebilen insan, ayaklarını yere sağlam basar ve karşısındakini öyle yada böyle etkilemeyi başarır. Peki bu okuldaki kızların kendine güveni mi yok? Hayır , tam tersi fazlasıyla kendilerine güveniyorlar, onlarda ne kadar güzel olduklarını biliyorlar eminimki.

        Peki gerçekten o zaman sorun ne?

        Anneannemin her zaman söylediği birşey vardır “her iyi şeyin fazlası zarardır.” Evet bunu sadece benim anneannem söylemiyor biliyorum ama o sürekli söyler, her konuda. Okuldaki kızlar o kadar eminlerki kendilerinden, o kadar bilincindelerki erkekleri ne kadar kolay tavlayacaklarının, hiç bir şekilde gözlerini hafifçe aşşağıya doğru götürüp, utanmakla karışık o gülümsemeyi göremiyorsunuz yüzlerinde.

        Ben hüzünlü kadınlara bayılırım, o duyguyu gözlerinde, gülümsemelerinde taşıyan kadınlara, son zamanlarda sadece istisna olarak görebildiğim kadınlara.

        Eeee! Sonuç?

        İzmir’e gelmeden önce sürekli söylenen,buradayken bile ara sıra duyduğum bir laf var, hatta bi kere bi utanmaz dalkavuk sevgilimin yanında bile söylemişti “İzmir’in kızları güzeldir”... Şimdi bana dışarıdan biri sorduğunda “İzmir’in kızları güzel mi?” diye, benden buruk bir “evet” haricinde bir cevap alamazlar.

        Evet, seyretmeye geliyorsan, izmir’in kızları güzel... Ama aşık olmak istiyorsan........

Çarşamba, Mart 22, 2006

Resimler

Resimlerle oynayıp onlarıda bu siteye koyuyorum, Eğer merak ederseniz http://ozgurcalismalarim.blogspot.com a tıklayın

Cuma, Mart 17, 2006

Konuşma

Nehir’le internetten konuşurken açılan bir mevzu bu. Bazı yerlerde onun cümleleri var ama onları kestim çünkü bilmenizi ister mi bilemedim. Son zamanlarda suratım biraz asık onunla ilgili bir yazı, daha çok...

ben dışı temiz çöp tenekesi gibiyimdir
hani bombaları atar içinde patlatırlar da bişey olmaz ya
benim patlama aşamasında zaten hepsi teker teker patlıyor
ama bari insanlar zarar görmesin diye kapağı açmıyom

(Çöp tenekesi benzetmesinden sonra konu değişiyor filan, çöp tenekesi yerine kiilitli bir çekmeceden bahsediliyor, ama esas fikir aynı kalıyor)
benim çekmece çoktan dağıldı
herşeyi çöpe attım ve çöpü halının altına sakladım
görünmeyecek bir durumda değil ama ben görmemezlikten geliyorum
üstüne basıyorum yanlışıkla
ayağımı kesip kanatıyo ben sanki hiç bişey olmamış gibi yoluma devam ediyorum
o kadar zaman oldu ki halının altına gireli bunlar artık o bembeyaz halı kırmızı oldu
ben sana söylemediğim sürece onu hala beyaz olduğuna inanıyorum
şimdi ayağımda nasırlar kırmızı halının üstünde zıplasam bile bişey olmuyo, ayağımı hiç hissetmiyorum, kan basıncım düşüyo bazen o zaman ayağıma bakmak aklıma geliyo, ama sadece ayağıma bakıyorum, neyin kestiğini düşünmemek için elimden geleni yapıyorum.

ama o kadar alışmışım ki odamın bu haline sanki toplu olsa kendimi boşlukta hissedicem.
bi ara birisi girdi hayatıma
temizlemeye başladı bir kenarından
ama ben o kadar alışmışım ki, yardım etmedim ona
ve o da ayağım kesildikçe ayağımı iyileştirmeyi seçti
sonra yoruldu, hemde çook yoruldu ve gitti, üzülsede çıktı hayatımdan.

çekmecem yok artık
onlar çoooooktan küflendi ve toza karıştı
un ufak oldu
ben o halıyı kaldıramıyorum
neyle karşılaşacağımı bilmiyorum
düşünsene halının altından bile ayağımı kesiyo....

Cuma, Mart 03, 2006

Üç gün üç gece

        2006 Şubat’ın 9’u akşamından başlayıp, ayın 12sine kadar olan bir hikaye bu. Hayal kadar gerçek, yaşanmış kadar sağlam bir hikaye...

        Eve geleli yarım saat oldu! Bi şekilde online olarak ve telefonumu açık tutarak, evdeymişim gibi yapmayı başardım ama evden çıkalı çok oldu. En son Mesut gelmişti Irmak’ın Emre’ye aldığı hediyeyi almak için.

        Mesut geldi, acele ile çıktım evden, cebimde sadece bozuk paralar. Bindim onun arabasına, ‘94 model beyaz bir BMW 520, şöle sağ koltuğa yayıldım. İlk önce Yurt içi kargoya gittik, Abime Selin’in çizmelerini gönderdim. Oradan Mc Donalds’ta big mac yedim iki adet (bak şimdi de canım istedi) Irmak geldi, yanında 2m’lik Burçin diye bir arkadaşı, Burçin gitti hemen. Irmak bişeyler yedi, arabaya bindik biraz oturduk, Emre geldi ve Alsancağa yöneldik. Bir yere park ettik, Irmak’ın gitmesi gerekiyormuş, Emre’de onu bırakmaya gitti. Biz Mesut’la beraber Arka Sokak denen kafeye gittik, orada arkadaşları varmış. Gittiğimizde 6 kişilik yere 8-10 kişi oturduklarından dolayı biz başka bir yere geçtik Mesut’la, ikimiz oturduk bir süre muhabbet ettik ve onun arkadaş grubu azalınca biz de onların yanına geçtik.

        Arka Sokak tam Arka Bahçe gibi bir yer, alkol yok ve büyük ama kalabalık bir mekan, zaten 10 sene önce de var olan bir yerdi, hatta Pınar, Burak And ile gitmiştik çoooook önceleri. Biraz rustik denilebilinecek bir mekan, sokakta oturuyor hissi verilmiş, biraz da kenar sokakta otururmuşcasına bir his vermeye çalışmışlar. Orayı tarif ederken genelde benim söz ettiğim şey ters asılmış yaylı metal bazalar oluyor. Emre geldi arada birisi kendi tasarımından bahsetti filan sonra milletin karnı acıktı, hep beraber kalktık. Onlar yemeğe bende otobüs durağına yöneldim. Kıbrıs Şehitlerinde yürürken ileride 169 numaralı otobüsü gördüm, içimden “nasıl olsa yetişemem” dedim ama durağa vardığımda hala orada duruyordu. Binmek istemiyordum resmen ama bindim.

        Konaktan geçerken Konak Pier’i gördüm otobüs orada durmadı, biraz ilerisinde durdu ve kapılarını açtı. Sonra birden düşünmeye başladım, eve gitmek istemiyordum. Son anda fırladım ve kapılar kapanırken otobüsten indim. Şöyle derin bir nefes aldım, hava rüzgarlıydı, üşüyordum ama içime çektiğim o hava beni mutlu etti, belki de içinde denizin kokusu olması, beni mutlu etti. İzmir’i seviyorum. Yavaş yavaş, üşüye üşüye, derin derin nefes alarak, Konak Pier’e vardım. Kapısında girmenin elimde ki bozuklarımı bitirmem anlamına geleceğini düşündüğümden son anda içeri girmemeye karar verdim ve hemen Burger King’e girdim. Kendime bir tane sıcak çikolata aldım, soğuk olmasına rağmen çıkıp deniz kenarındaki masalardan birine oturdum.
        
        Bir yandan sıcak çikolatamı, bir yandan sigaramı içiyordum. Soğuk içime işlemişti her yudum arasında dişlerim titriyordu ama ben kalkmak istemedim oradan. Sigaram bitti, kültablasında uzun bir süre onu söndürmekle geçirdim. Kafamı kaldırıp, denize doğru baktığımda birini gördüm, önü kapalı uzun bir pardesü, altında eteği vardı ve ayaklarında kısa çizmeler vardı. Üstündekiler rüzgarın verdiği yöne doğru hafif hafif dalgalanıyordu. Denizin dibinde kalın beton yükseltinin üstünden benim olduğum yere doğru, yere bakarak geliyordu. O anda elimde gece çekimlerinde kullanılabilinen bi fotoğraf makinem olsun, yüzlerce fotoğrafını çekiyim istedim.

        Ona doğru bakışlarım kilitlenmişti, aklımdan yüzlerce şey geçiyordu o sırada. Neredeyse yanıma kadar gelmişti artık tam köşede durdu, bana küçük bir gülümsedi ve denize doğru ayaklarını uzatarak oturdu. Bana gülümsediği ana kadar yüzünü tam seçemiyordum ama gülümsediği sırada kalbim sıkışmıştı, bana nefes aldırmayacak kadar bir güzelliği vardı. Hafif çekik kocaman siyah gözleri, siyah dümdüz ve upuzun saçları, kalın dudakları, küçük bir suratı ve yapısı vardı, biraz japon edası vardı. Hala kafamı başka bir yere çeviremiyordum, artık ne üşüdüğüm düşüncesi vardı ne sigara vardı aklımda, elimdeki sıcak çikolatanın artık sıcaklığı kalmamıştı. Kafamı çevirdim ve elimdeki çikolataya bakarak hiç bir şey düşünmeden bir süre dalgınlaştım. Elimdeki kağıt bardağa bakıyordum ama sanki bardağa değil de, o kıza bakıyordum.

        Derin bir nefes aldım, yavaş yavaş oturduğum yerden kalktım ve onun yanına oturdum. Otururken kafasını bana doğru çevirdi, sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi gülümsedi. Ben de gülümseyip “Merhaba!” dedim;
        -Merhaba
        -Bazen insan dostu veya arkadaşından çok, tanımadığı birisine bişeyleri anlatması hem daha kolay, hem de daha rahatlatıcı olabiliyor. Hep filmlerden özenmişimdir bu cümleyi söylemeye; dedim.
        Garip ama ardından anlatmaya kendisinden bahsetmeye başladı, sanki benim bunu söylememi bekliyormuşcasına. Dertlerinden veya sıkıntılarından bahsetmiyordu, sadece kendisinden bahsediyordu. Babası diplomatmış, İspanya’lı galiba ama kendisinin İspanya’lı olduğunu söylemiyor “nereliyim bilmiyorum“ diyip yaşadığı, küçüklüğünün geçtiği yerleri, annesini hiç hatırlamadığını söylüyor.

        Gecenin saat 2sine kadar muhabbet ettik, oradan oraya yürüdük, kahve içip muhabbetimize devam ettik. Bir ara bana cuma sabahı 6buçukta Fransa’ya gideceğinden bahsetti hatta onunla gelebileceğimi söyledi ve bende biraz düşüniyim diyip konuyu değiştirmiştim. O bunu sorduktan iki saat kadar sonra, saat 2gibi birden konuşmamın ortasında, ”benim vize almam gerekecek ve param yok, o yüzden gelemem“ dedim. Bunu söyleyince kafe’de oturduğumuz masadan kalktı, yumuşak bir şekilde elini uzattı ”hadi gidelim“ dedi. Bir anda bir sürü şey düşünmeye başladım. Kafede önden yürüyordu ve elimden yumuşak bir şekilde beni de arkasından çekiyordu, kasanın oradan geçerken oraya sadece 20YTL bıraktı ve kafeden çıktık. Ben ”nereye?” dediğimde sadece gülümsedi cebinden cep telefonu çıkardı, birisiyle İspanyolca konuşmaya başladı. Konuşması bittiğinde bana dönüp “pasaportun lazım” dedi. Benim aklımdan binbir türlü şey geçiyordu ama sadece parmağımla evimin yönünü belirtebilecek şekilde “evde” dedim.

        En son kafeden çıkıp, onun telefonda konuşması sırasında saat 2yi biraz geçmişti ve saat 5buçukta İspanya elçiliğinden birisi özel vize ile pasaportumu geri veriyordu. Pasaportumu aldığımda uzun süre pasaporta bakıp, neler olduğunu anlamaya çalıştım, galiba yurt dışına çıkıyordum hem de hayalimde bile olamayacak kadar güzel bir kızla beraber. “Kendini kaptırma Özgür, kendini kaptırma, sadece 8-9 saat oldu...” Bir elimde pasaportum bir elimde kırmızı bavulum arkaya doğru yöneldim, o orada duvara yaslanmış beni bekliyordu.
        -Arabayı burada bırak, bizi uçağa bırakacaklar.
        -Saat kaçta kalkıyor
        -Biz ne zaman gidersek
        O anda ispanyol havayolları gibi bişeyle gitmeyeceğimizi anlamıştım. Konsolosluğun dışında bizi normal siyah bir araba bekliyordu. İkimiz de arka tarafa oturduk.
        -Sana pasaportunu veren babamdı.
        -Sabahın köründe! Neden?
        -Beni çok sever ama esas, galiba seni sevdi.
        Bunlar uçağa binene kadar son sözlerimizdi.

        Neden bilmiyorum ama bir kızın babasının beni sevmesi her zaman için benim daha önemli olmuştur. Bunu bilmek daha çok sorumluluklarımın farkında olarak davranmamı sağlıyor. Zamanında Selami Amca’yı gördüğüm günler daha olgun hissederdim kendimi. Garip bir duygu ama erkekleri daha iyi tanıyan, kızını daha çok kıskanan bir insanın kızını arkadaşından sakınmaması hatta kızınınarkadaşına güvenmesi bence çok önemli...

        Hava alanının farklı bir yerinden pasaportlarımızı görevlilere göstererek, uçağın yanına kadar arabayla geldik. Uçak küçük bir jetti, en fazla 5-6 kişilik filandı. 8saattir gülümsüyordum ama uçağa binerken artık o gülümseme kalmamıştı, sadece tam içeri girerken aklıma uykum olduğu geldi ve çok küçük bir gülümseme belirdi yüzümde, çünkü uyuyakalacaktım yolda.
        -Çok mu korkuyorsun uçmaktan
        -Evet, hem de çok! çok mu belli ediyorum
        Nasıl anladığını bilemiyorum, normalden az düşünüyordum ve daha az korkuyordum bu sefer.
        
        Uçağın içi çok güzeldi, kapıda bir bayan hostes karşıladı bizi, bavulları koymam için bir dolap gösterdi, aslında elimden almak istedi ama ben zahmet vermek istemedim, bunların hepsi zaten bana fazla gelmişti. “Umarım oraya vardığımızda da diplomat gibi dolaşmayız.” Oturma bölümü loş bir şekilde aydınlatılmıştı, 4tane televizyon koltuğu şeklinde kemik rengi deri koltuk vardı. Lüks bir mekan haliyle, sonuçta özel jet. Birisine oturdum camdan dışarı baktım 10-15 saniye sonra içeriye baktığımda, o elinde iki kadeh kırmızı şarapla, kapının eşiğine dayanmış bana ve tedirginliğime hayran bi şekilde bakmaktaydı, ben de onun gözlerine baktım ve gülümsedim. Yavaş yavaş yanıma geldi, benim için doldurduğu kadehi verdi ve benim yanıma sıkıştı hafif bacağıma oturarak. Kafasını bana doğru çevirdi, gülümseyerek “sakin ol, kısa ve güzel bir yolculuk olacak” dedi ve kadehini benimkine vurdu, bir yudum aldı,
        -Şaraptan anlarmısın; dedi
        -Bilmem, pek anlamam ama alkolün tadını hissetmeyi sevmem
        -Bende anlamam ama anlıyormuş gibi davranmak hoşuma gitmiştir hep.

        15dakika sonra ikimizin de şarabı bitmişti. Elimden boş kadehi aldı, kendisininkiyle beraber orada bir sehpanın üstüne koydu, geri yanıma geldi koltuğun kumandasını çıkardı ve yatar pozisyona getirdi. Yavaşça yanıma uzandı, başını boynuma yasladı. Uçaktaydık belki iki üç dakika sonra havalanacaktık ama ben korku veya heyecandan çok, huzur ve mutluluğu hissediyordum.

        Bir sallantı ve aşşağı kayma hissiyle, gözlerimi açtım, telaşla dışarıya baktım. Artık İstanbul’da değildik ama havada da değildik, evet burayı hatırlıyorum, yine uçağa benzeyen yapısıyla Charles de Gaule deydik. O yanımda değildi, galiba çoktan uyanmıştı. Yeniden arkama yaslandım, mutluydum, suratımda salak bir gülümsemeyle tavana bakıyordum. O sırada içeri birisi girdi, üstünü değiştirmişti, üstünde beyaz kapşonlu bir kazak, garip ama güzel bir kazaktı, altında da düz kesim hafif koyu renkli bir kot pantolon vardı, ayaklarında da Beyaz boğazlı Converse;
        -Günaydın
        -Günaydın
        -Sana kahve getirdim, bol sütlü, 3şekerli.
        Bir yudum alıp tadına baktıktan sonra
        -Evet, tam benim istediğim gibi, teşekkür ederim.
        Elime aldıktan sonra fincanı koltuğu doğrultmaya çalıştım ama baktım ki beceremiycem hiç bozuntuya vermeden kalktım bir diğer koltuğa geçtim.
        -Sen ne zaman kalktın
        -Bilmem, yarım saat filan oldu, duş aldım, üstümü değiştirdim filan işte
        -Duş? Her neyse, nasılsa geldik di mi?
        Artık yanaşmıştı uçak. Yavaştan kalktık, bavullarımızı aldık, çıkarken yine hostes vardı ve onu gördüğümde aklıma neden şarap ve kahveyi onun getirmediğini düşündüm... Bu sefer ayrı bir çıkıştan çıkmadık, normal yolcu uçaklarının yolcuları indirdiği yerdeydik, sadece biraz daha alçaktı çıkışımız. Ben arkadan gidiyordum, belli ki çok iyi biliyordu buraları. Otobüse bindik, o merdivenden indik, şundan çıktık derken sonunda pasaport kontrolüne girdik. Herkes gibi sıraya girdik, kendimi daha normal ve iyi hissetmemi sağladı. Çıkışta hiç bir şey sormadılar sadece iyi günler dilediler. Havaalanından çıkmadan önce araba kiralamaya götürdü beni;
        -Seç, sen kullanacaksın
        -Ehliyetim burada geçmez ki
        -Boşver
        -Tamam en küçüğü olsun
        İster istemez Peugeot 1007 diye bir model seçmiştim, araç çok tatlı bişey, sarı renkte, doblonun küçüğü gibi bişey.

        Yol boyunca bana sağa, sola şeklinde bir sürü yönerge verdikten sonra dar bir sokakta bir otele geldik. Öyle lüks bir otel filan değilde şirin ama temiz bir oteldi burası, her zaman daha fazla rahat etmişimdir böyle yerlerde. Otel resepsiyonundaki adamla yine Fransızca konuşarak bir oda kiraladı, anahtarı bana verdi;
        -Sen herşeyi çıkarır mısın?
        -Sen çıkmıycak mısın?
        -Ben de gelirsem uzun süre odada kalırız, sen git gel bir an önce kahvaltıya gidelim olmaz mı?
        Hemen eşyaları aldım, asansöre bindim “613, 6.kat, evet son kat, bunu da benim için özellikle mi düşündü acaba, neyse” eşyaları hemen odaya bıraktım ve aşşağıya hızlı bir şekilde indim, kafamı kaldırıp odanın nasıl olduğuna bile bakmadım. Aşşağıya indiğimde, o merdivenlere oturmuş sigara içiyordu, ilk defa sigara içtiğini görmüştüm ve ilk defa sigara gelmişti aklıma,
        -Bende içebilir miyim? Zamanımız var mı?
        -Sen sigara kullanıyor musun?
        -Bende aynı şeyi sana sormak istemiştim ama saçma geldi sormadım.
        Ben de onun yanına oturdum, bir sigara yaktım;
        -Nereye gidiyoruz
        -İsmini söylesem bilebilcek misin? Uzak değil 10 dakikada gideriz
        
        Gittiğimiz yer garip bir yerde garip bir mekandı. Giriş katının altında, sanki mahsenden çevirme bir mekandı. Kocaman fıçıların üstüne kurulmuş masaları, eski ağır sandalyeleri var. Taş duvarlar ve yukarıda küçücük camlar var ama içerisi yeterince ışıklı. İçerisi tıklım tıklım, 4 tane fıçı (masa) ve herbirinin etrafında 10-12 kişi oturuyor, onlardan en az kişi olanına bizde oturduk. Daha çok meyhane gibiydi, yani yanımda oturanlar kahve içiyor olmasaydı, şaraba sabahın 11inde başlıcaz zannederdim. Oturduktan 10-15 saniye sonra garson elinde iki tepsi ile geldi, birini benim önüme birini onun önüne koydu ve gitti. Bir tepsi ortada iki çeşit çöreğimsi şey, küçük kaselerde biri koyu yeşil, ikisi kırmızımsı, bir de sarımsı bişey vardı, daha çok marmelada benziyordu, bir de küçük bir fincan kahve. Ben aval aval önümdekilere bakarken, o yemeye başlamıştı. Çörekleri, soslara batırarak yiyiyorlardı, bende denemeye başladım. Çok alışkın olduğum tatlar değildi ama fena değildi, kahvaltı işte pek bişey beklemiyordum zaten. Mekan, yemek ve bunun gibi şeyler çok önemsizdi zaten o anda, sadece içimde o vardı ve bir an önce kahvaltımızı bitirip daha yalnız kalabileceğimiz yerlere gitmek istiyordum.

        Kahvaltıdan sonra birer sigara içtik kahvemizle, ardından hemen oradan çıktık. Bu sefer gittiğimiz yerler daha uzaktaydı, şehir dışındaydı. Yarım saat, 45 dakika sonra artık ne bina vardı ne de şehirden eser kalmıştı, alabildiğince üzüm bağı vardı ortalıkta. Üzüm bağlarının arasında ki dar yollardan iyice uzaklaşıyorduk. Aklıma nereye gittiğimizi sormak ilk defa gelmişti, bu sefer cidden merak etmiştim. Çantasından bir mektup çıkardı “bunun üzerinde ki adrese gidiyoruz” dedi. Ne olduğunu ve kimden geldiğini sordum, “galiba annemden”. Bu yolculuğa bir anlam vermek biraz daha renklendirmiş ve duygulandırmıştı beni ve böyle bir şeyde onun yanında ki kişi bendim ve bu beni cidden gururlandırmıştı.

        Bir yerlerde duruyor, adresi sorup devam ediyorduk. Her soruşumuzdan sonra daha da daralıyordu yollar ve aynı şekilde daha yeşil oluyordu. Daracık bir yoldan gidiyorduk, sol tarafımızda sık ve kocaman ağaçlarla kaplıydı, sağ tarafımızda da bir metrelik banketin altında üzüm bağları vardı. “galiba burası” dedi bir anda, artık sağ tarafımızda üzüm bağı yerine çimlik vardı, ve çimliklerin uzandığı yerde çift katlı bir villa. Zaten yol da bitmişti. Evin önünde durdum ve ona baktım, iki eliyle mektubu sımsıkı tutmuş, o simsiyah gözleriyle, hafif korku dolu, hafif heyecanlı bir şekilde öndeki eve bakıyordu. Bir süre onu seyrettim, hiç birşey söylemeden, eğer emin olamazsa diye kontağı bile kapatmadım. Derin bir nefes aldı, yavaşça kontağa uzandı, kapattı; yine yavaşca viteste duran elimi tuttu, derin bir nefes aldı, “hadi!” dedi.

        Zile bastığında ben ondan bir iki adım daha geride duruyordum. Garip bir histi, daha çok onun neler hissettiğini düşünüyor, hissetmeye çalışıyordum. Tabii bunun yanında annesinin evde olmadığını veya yanlış yerde olduğumuzu da düşünmedim değil, galiba bunları daha çok kendimi rahatlatmak için düşünmeye çalışıyordum.

        Kısa sürede kapıyı gözlüklü, 45-50 yaşlarında, hafif kamburu olan, bir adam açtı. Aralarında bir sohbet geçtikten sonra adam birden ona sarıldı ama o şaşırmıştı. Adam gerçekten sevinmiş gibi davranıyordu. Bizi içeriye davet ettikten sonra içeriye salona geçtik. Çok büyük bir mekan değildi ama gerçekten geniş ve aydınlık gözüküyordu. Benim oturduğum yerin karşısında, taş bir merdiven yukarıya çıkıyordu ve yukarı katı görüyordum, Adam yukarıya seslendi ve ardından yukarıda biri belirdi. Galiba onun annesiydi, ona benzeyen küçük bir burnu ve simsiyah düz saçları vardı. Şaşırmış bir şekilde, saçlarını toparlayarak, yavaş yavaş o taş merdivenlerin basamağını inmeye başladı...

        Birbirlerine sarıldılar, öpüştüler, uzun süreler birbirlerini seyrettiler. İkiside gerçekten mutluydu. Uzun süredir birbirlerini görmemelerine rağmen, birbirlerini hatırlamaları bir kenara sanki geçen sene görüşmüşler gibi samimiydiler. Ben o durumda olsaydım, yabancı gibi hissedersim kendimi, ya da bana öyle geliyor.

        Onlar saatlerce konuştu, ben de Edouard’la biraz ingilizce biraz tarzanca, muhabbet ettim, keyifli bir insandı. Gecenin geç saatlerine kadar oturduk, bir süre sonra uykum geldi ve Edouard’ın gösterdiği yere gittim yattım. Ben yattığımda anne-kız muhabbeti bütün hararetiyle devam ediyordu. Geldiğimizden beri sanki ben hiç onunla gelmemişim gibi davrandı, sadece ikisi konuştu, ne nasıl olduğumu sordu, ne başka bişey ama işin garibi bu yatana kadar aklıma gelmemişti ve ben ona bozulmak yerine içimden binlerce teşekkür ediyordum bu 24 saat için.

        Ben yatağımda bunları düşünürken birden kapı açıldı:
        -Bana iyi geceler dilemeden mi uyuyacaksın?
        -Konuşmanızı bölmek istemedim.
        -Ne kadar onsuz büyümüş olsam da, ben gerçekten onun kızıyım ve bunu bilmek beni gerçekten mutlu etti. Benimle geldiğin için teşekkür ederim, dedi ve dudağımdan küçük bir öpücük kondurdu. Öptükten sonra, geri kapıya doğru yöneldi, öpücükle gelen içimdeki müthiş his burukluğa dönüşmeye başlamıştı ki sadece kapıyı kapattığını farkettim. Kapının kapanmasıyla içeriye giren tek ışık kapının altından süzülendi. Gözlerim alıştığında onun üstünü çıkarmakta olduğunu farkettim. Üstündekileri çıkardı, yavaşça üstüme örttüğüm yorganı kaldırdı ve usulca yanıma sokuldu, derin derin onun kokusunu çekmeye başladım, bebek gibi kokuyordu ve birazda şekerli bir hissi vardı. Yüzünü yüzüme doğru kaldırdı ve artık onun nefesini soluyordum, öpüşmeye başladık!..

        Sabah uyandığımda saat dokuzdu, o hala uyuyordu, tam bir bebek gibi. Bir buçuk saat kadar aşkla onu izledim, sonra yavaşça kalktım yataktan, kalkarken dayanamadım bir çok kez öptüm onu, neyse ki uyanmadı, uykusunu bölmek istemezdim çünkü. Yavaşça ses çıkarmadan üzerime kıyafetlerimi giydim ve aşşağıya mutfağa indim. Tam o sırada Edouard dış kapıdan girdi, “Bonjour” dedi, kahve ikram etti. Mutfaktaki masaya oturdum, bir sigara yaktım, kahvemi yudumlayarak, dışarıyı izledim. Bi süre sonra Edouard’da masaya oturdu, yine biraz tarzanca biraz ingilizce muhabbet ettik, ardından kalkıp bana başka bir fincanda kahve uzattı ve bir şekilde yukarıya çıkıp onu uyandırmamın güzel olacağını belirtti. Bir an kendime bunu düşünmemiş olduğumdan, sonra da nasıl kahve içtiğini bilmediğimden dolayı kızdım. Edouard’a teşekkür ettim, sonra yavaşça odaya çıktım. Hala sessiz, melekler gibi uyuyordu. Fincanı başucuna koydum, yavaşça yanına uzandım ve öperek koklayarak uyandırdım onu... Bir süre daha yatakta kaldık, kalktığımızda artık kahveler soğumuştu...

        Kalktık kahvaltı niyetine, buzdolabının önünde durarak bişeyler atıştırdık, genellikle peynirdi yediklerim. Sonra ben üstümü giyinip salonda oturdum o da annesine veda etmeye gitti. Beraber aşşağıya indiler. Yanıma geldiler, “hadi gidiyoruz” berabercene kapıya gittik, yakkabılarımız ayağımızdaydı, anne kız sarıldıktan sonra arabaya bindik. Sadece 10dakikalığına koymuşum gibi duran araba aynı şekilde duruyordu. Keşke Fransızca bilseydim o zaman anlatacağım daha çok şey olurdu ama vedalaşırken veya karşılaştıklarında neler konuştuklarını bilmiyorum.

        Artık arabaya binmiş geri dönüyorduk.
        -Ne yapmak istersin, nereye gitmek... dedi
        -Bilmem, mesela dönüşte okula gitçem, sanat tarihi dersine giricem... Buraya geldim derste söyleyecek bişeylerim olsun isterdim. Yani...
        -Tamam, anlaşıldı Louvre’a gitçez... dedi ve sırıtarak ekledi “çok sıkıcııı!”

        Gün boyunca dolaştık Paris’te louvre’a da gittik ama dolaş dolaş bitmeyecek bir yer olduğundan ve yanlış kişiyle gittiğimden (tablolardan güzel birisiyle gitmenizi önermem) pek resim kalmamış aklımda ya da heykel. Bol bol kafe ole içtik, sigara içtik, konuştuk ve sanki 10dakika geçmiş gibiydi ama gün bitmişti. Hiç kalamadığımız otelimizdeydik. Daha önce bavulları bırakırken odaya dikkat etmemiştim. Güzel rustik bir havası vardı, küçücük bir tuvaleti ama kocaman bir balkonu vardı. Balkona artık eskimiş beyaz boyalı ahşap bir kapıdan çıkıyordu, o kadar eskimiştiki, balkondaki sarmaşığın devamı içeriye doğru uzanmaya başlamıştı. Ama herşeye rağmen acayip temiz bir odaydı. Balkonda küçük bir sallanan koltuk vardı, şu salıncak gibi olanlardan iki kişilik ama bu biraz küçüktü zaten normal ölçülerde olan sışmazdı buraya. Sabaha kadar orada uzandık beraber. Manzarası inanılmaz bir yerde kalıyorduk. Abim daha önce bahsetmişti, bütün Paris bir ova ama Mont Marte (galiba böyle yazılıyordu) tepede bütün Paris’i görür demişti. Burası orası mı diye hiç sormadım çünkü o anda hiç aklıma gelmemişti, nerde olduğumun önemi yoktu çünkü herşey gerektiğinden fazla güzeldi... Sabah güneş güneş doğalı yeni olmuştu, kalktı ve gitmemiz gerektiğini söyledi... Birden biteceğini hiç düşünmek istemediğimi farkettim, bütün o günlerin huzuru huzursuzluğa, mutluluğu mutsuzluğa dönüşmüştü bir anda... Kendime sürekli, bu günlerin güzel geçtiğini fazlasını istememem gerektiğini, yetinmeyi bilmem gerektiğini söyledim, sonuçta bu üç gün boyunca evde oturacaktım ama sadece bir sigara içmek için otobüsten indiğim için evde oturmamış hatta hayatımda yaşayabileceğim en güzel üç günü yaşamıştım ve artık baştan da belli olduğu gibi evime geri dönmek zorundaydım. “Tamam gidelim. Ben hazırım zaten.”

        İstanbul’a vardığımızda kafamı gelene kadar yerden kaldırmadığımı farkettim. Ne otelden çıkışı gözümde canlandırabiliyordum, ne de havaalanı sahnelerini. Uçaktan korkmama rağmen o kadar sakindim ki sadece onun dışarıyı izleyişini izledim yol boyunca. Sanki sürekli kafamın içinde sürekli “somewhere over the rainbow” şarkısı dönüyordu.

        İstanbul’da Thy gişesine gittik beraber, oradan bilet aldı, “neden İstanbul’a indik“ acaba diye o anda düşünmek aklıma gelmişti.
        -Sana bilet aldım, orada havaalanından gidebilirsin di mi evine? dedi
        -Sen?
        -Ben Mimar Sinan ‘da okuyorum, hiç söylemedim mi sana? gülümsedi yanağımdan bir öpücük kondurdu. Umarım bir gün karşılaşırız diye ekledi, arkasını döndü o küçük bavuluyla arkasına bakmadan yürümeye başladı.

        Elimde bilet şaşkın bir şekilde arkasından baktım çoook uzun bir süre, uçağın saatine bile bakmadım...

        İzmir de indiğimde elinde bir kartona Özgür Ulutaş yazmış bir adam karşıladı beni. Ben merhaba diyince, o da bi eliyle elimi sıktı sonra cebinden benim arabamın anahtarını çıkardı, malum konsolosluğa bırakmıştım arabayı, iiki gelmiş ben havaalanından çıktıktan sonra ayardım durumu yoksa bu dalgınlıkla.

        Arabaya bindiğimde aklıma gelen ilk şey Somewhere over the Rainbow / What a wonderful World denen parçayı dinlemek istediğimdi. Cd’deki bütün parçalara bakmam gerekti ama buldum ve yol boyunca onu dinledim.

        Eve geldiğimde artık o buhran yoktu üstümde, evimi özlemişim. Sonra aklıma gelen bir sürü şey, keşke fotoğraf çekseydim, keşke numarasını alsaydım. Bunları düşünürken sürekli suratımda bir gülümseme vardı ve yazmaya başladım.


        Ve şimdi, evet biraz zor oldu bitirmek ama daha önce de sölediim gibi; ben yaşlı bir adamım hafızam zayıf.

...yine

        Depresif anların ardından yine bir insanı sadece beğenmek dışında, elini tutmak, bunu herşeyinle istemek, nasıl bişey onu hatırlamak ve yeniden gülümseyerek uyuyup, gülümseyerek uyanmak. Kabusların bile sadece kabus olarak kaldığı zamanlardayım.

        Şimdi o kocaman gülen gözlere baktığımda ne geçmişten bir anı canımı sıkıyor, ne gelecek kaygısı. Elini tuttuğum an sakinleşmek, kendini oraya ait hissetmek, güçlü hissettiriyor kendini.

        İlk başta “hayır, olmamalı” derken şimdi olmasından dolayı, ardından gelecek dedikodu ve olaylara rağmen onları takmamak, keyif veriyor insana...

        ...ve yine mutluyum

Gizli Özne

Sürekli dönüp dönüp onun yazdıklarını okuyorum. Facebook'ta onun resimlerine bakıp duruyorum, beraber yazışmalarımızı yeniden yeniden...