Salı, Nisan 29, 2008

Endüstriyel Tasarım

        Endüstriyel tasarım bölümüne girmek için olan sınavın olduğu gün bahçede durmuş insanları izliyordum, kimisi moda, kimisi iletişim, kimisi endüstriyel tasarım okumak için oradaydı. Endüstriyel tasarım için orada bulunan biz, elimizde son model bir telefon ve son model bir arabanın anahtarlarını tutarken, aklımızda kullandığımız telefondan ve anahtarını tuttuğumuz arabadan güzelini tasarlamak vardı. Bir iki fikir bulacaktık, iki çizecektik ve o bir tasarım olacaktı. Ben mülakatta “ben tasarımda bir isim olmak istiyorum” demiştim. Sınavda benden alakasızlarda vardı, belki de çoğunluktaydı, bu sayede ilk 50de yerimi alıp, tasarım okumaya yeterli görüldüm.

        Kısa bir süre sonra derslerimiz, planımız programımız belli olmuştu. Hayatımızda ilk defa stüdyo ortamındaydık, endüstriyel tasarımdan ziyade tasarım yapmak için, daha doğrusu tasarımın ne olduğunu öğrenmek için oradaydık. Nesneler, konseptler, şekiller, renklerle boğuşuyorduk. Belki daha ilk haftada öğrendik öyle iki çizmek bir fikirle hiç birşey olmayacağını. Gerçi kendimizi kandırma mekanizmamız her zamanki gibi iş başındaydı, belki o iki hafatadan sonra bize sürekli “Bu endüstriyel tasarım değil ki!” dedirtti. Biran önce kendi bölümümüz ile alakalı dersleri görmek, projeleri yapmak istiyorduk. Sanki onlarca senedir bu bölüm için yaşamışız, herşeyiyle bu mesleğin ne olduğunu bilirmişcesine şikayetleniyorduk. Duruma alışmak ile şikayetlenmek arasında kalarak bir seneyi göz açıp kapayıncaya kadar bitirdik ve son gün kendimize “artık bitti, kendi bölümümüze geçme zamanı geldi” dedik.

        İkinci sınıfta beklentilerimiz vardı, artık endüstiyel tasarımcı olcaktık. İlk dersten bir ürün sunumu yapıldı, bu dönem bu ürünü tasarlayacaktık, ‘plastik çatal bıçak takımı’. Hiç hoş bir durum değildi bizim için, marketlerde 10 tanesi 10kuruşa satılan bir şeyin tasarımını yapacaktık, bu mu endüstriyel tasarım? Biz daha giriş sınavı olduğu gün bile araba tasarlıyorduk! Tabii ki bunlar kendimizi kandırma mekanizmamızın bize sağladığı düşüncelerdi, suçlayacak birilerini arıyorduk, konuyu suçluyorduk. Bir sene boyunca bu proje ve bunun gibi sadece 4 proje yapmıştık! Hani iki fikir bulacaktık ve iki çizecektik ve tasarım olacaktı? İkinci sene plastik çatal bıçağın bile ne aşamalardan geçerek tasarlandığını öğrendik, öğrendiğimizin bile farkında olmadan çünkü içimizde ki ses dün ben gece bi çatal çizdim oldu diyordu! İkinci senemizi de “endüstriyel tasarım bu değil, bu akademik fasa fiso” diyip kendimizi kandırarak bitirdik. Artık ikinci seneyide bitirmiştik, umudumuz 3.senenin daha az karışılan “ben yaptım oldu” dediğimizde karşımızda “harika” diyecek hocaların olmasıydı.

        Üçüncü senemizde artık azalmıştık, bazı kişiler tasarımın yönetimiyle ilgilenmek istiyordu, ellerinde daha somut bilgiler olsun istiyordu, belki sıkılmışlardı, belki de erkenden kimsenin “harika” demeyeceğini anlamıştı, biz anlamamıştık. Üçüncü senemizde artık tasarımın profesyonel hayata taşınışı vardı. Yapacaktık, “ben yaptım oldu” diyecek adam arayacaktık, artık kimse bizim ürünlerimizi görmek bile istemeyecekti, biz kendimizi kabul ettirmek zorundaydık. Aslında herşey umduğumuz gibiydi, biz “ben yaptım oldu” demek istiyorduk ve kimse ne aşamalarımızı nasıl planlayacağımızdan bahsetti, ne de nasıl çizim yapacağımızı söyledi, ne yapsak kabuldü. Ve farkettik ki “ben yaptım oldu” ile aç kalırdık, yada zengin bir eş bulup ona ürettirirdik tasarımlarımızı. Sonunda öyle bir duruma geldik ki bize hakaret etseler bile, kızsalar bile neyin yanlış olduğunu söylesinler diye hocalarımızın arkasından koşmaya başladık. Bir yandan da artık kendimizi kandıramayacağımızı anlayarak, endüstriyel tasarım buysa biz endüstriyel tasarımcı olabilecek miyiz diye sorgulamaya başladık. Üçüncü sene biterken artı birşey düşünemez olmuştuk, dördüncü sınıftan bir ümidimiz yoktu, hatta ne kadar geç dördüncü sınıf olursak o kadar iyi olurdu. Belki de endüstriyel tasarımın ne olduğunu üçüncü sınıfta daha yeni anlamış olmamızın korkusuydu bu, nasılda kendimizi kandırıyorduk oysa ki, oysa ki hayat ne kadar pembe ve kolaydı!

        Ne kadar istemesek de artık dördüncü sınıf olmuştuk, aklımızdan herşey bir anda geçiyordu. Bir yandan öyle yada böyle üç sınıfıda anlımızın akıyla geçtiğimizi düşünüyorduk, bir taraftan o alnımızın akının bedelini düşünüyorduk. Ne öğrenmiştik, ne noktaya gelmiştik ve yakın zamanda gidecektik! Gerisi tam bir boşluk olacaktı çünkü biz daha hocalarımıza yaranamamıştık, bizim öğrenci olduğumuzu bilen insanlara “harika olmuş” dedirtememiştik ve bir sene sonra artık öğrenci olmayacaktık. Bu kadar karışıklık içinde birde bize kendi projemizi seçme hakkı verdiler, zaten serseri mayın gibiydik birde kendimiz proje seçecektik. İkinci sınıfa geri dönmek istedik, çatal bıçak yapalım, birisi bize adım adım her hafta ne yapacağımızı söylesin istedik. Dördüncü sınıftık ve elimiz avcumuz boştu, bize öğretilen herşeyi “saçma” diyerek elimizin tersi ile itmiştik. Deli gibi ikinci sınıfta aşamaları açıklayan kağıtları arandık, uyacak bir kural, izleyecek bir yol aradık. Bu arada her hafta hocalarımızın yanına gitmek istedik ama hep elimizin boş olduğunu düşündük, son hafta bile istediğimize ulaşamamıştık. Sunumumuz bittiğinde ne gülümsüyor, ne de ağlıyorduk, karanlık bir odanın içinde sanki daha önce hiç görmediğimiz tanımadığımız bir insan grubu bize bakıyordu ortalık sessiz.

        Bittiği an bu hikayenin sonu gibi anlamsız ve soru işaretiydi çünkü artık ‘4 sene’ gibi sınırlaması olmayan hayatın bir kısmına geçmiştik, biz doğduğumuzdan beri her zaman diliminin bir sınırı vardı oysaki, 7 sene okul öncesi, 5 sene ilk okul, 3’er sene ortaokul ve lise, 4-5 sene üniversite, peki ya üniversite bitince?

Cumartesi, Nisan 26, 2008

Cuma, Nisan 25, 2008

Bu Gece

        Yatağımda nam-ı diğer koltuğumda uzanmış televizyon izliyorum. Sırtımın üstüne yatmış sadece kafam sola dönük. Sevdiğim insan o göğsüme kafasını dayamış yarım şekilde benim üstüme uzanmış, sızmakla televizyon izlemek arasında. Başlayalı çok olmadı, belki bir ay bile olmadı, ilk günden beri sanki 28senedir tanıyormuşum gibiydi zaten. Artık konuşmuyoruz, sadece “günün nasıl geçti aşkım?” sohbetleri, bazen görüşlerle uzayan ama genelde olayları özetleyen konuşmalar. 3haftadır her günümüz beraber geçiyor, artık uzun sohbetlere girmeye, birbirimize düşünce yapısı olarak ne kadar uyduğuzu görmeye ihtiyacımız yok. Belki içinizden ne kadar sıkıcı olduğunu düşünüyorsunuz, veya her ilişki bir gün gelip tıkanır ve biter diyorsunuz, zannediyorsunuz ki ilişkimiz kısa da sürmüş olsa son demlerine geldi. Eğer cidden bunlardan birini düşünüyorsanız hakikaten ne istediğinizi bilmiyorsunuz, hayatınızı geçireceğiniz insanı hiç bir zaman bulamayacaksınız.

        Sonsuz huzur, ölüm için yapılan bir tabirdir, ama hayattaki amaç çok farklı değildir, sonsuz huzura huzurlu yol almak. Şu anda olduğu gibi, o herşeyiyle bildiğiniz, aynı dili konuştuğunuz insan başını göğsünüze yasladığında, onun yavaş atan kalbinin sesini dinlediğinizde, ufak bir tüyü kımıldatamayacak kadar kuvvetli nefesinin kalbinizi ısıttığını farkettiğinizde, zaten bilirsiniz ne söylemek istediğini, anlatır zaten o içindekileri, kelimelerin hiç bir zaman anlatamayacağı şeyleri anlarsınız. Sakinsinizdir artık, huzur dolu...

        Gözlerim kapanıyor artık, zaten o uyudu göğsümde. Acaba biz beraber olmadan önce kendi evinde yatağında uyuduğu zaman bu kadar huzurlu muydu?

        Benim gözlerim çoktan kapanmış, bunların hepsi güzel bir rüyaymış, ama gözlerimi açtığımda keyfim kaçmadı, biliyorum, insan yeterince isterse, inanırsa ve doğru zamanda doğru adımları atarsa rüyalar gerçeklerin bir kopyasıdır.

Gizli Özne

Sürekli dönüp dönüp onun yazdıklarını okuyorum. Facebook'ta onun resimlerine bakıp duruyorum, beraber yazışmalarımızı yeniden yeniden...