Pazartesi, Ekim 30, 2006

Depresif karmaşa

        Yatağıma oturmuş, zamanından bile erken kalkmış olmama rağmen, 3-4 hafta önce başlasın diye söylendiğim derslere şu anda gitmek istemiyorum. Gerçi bunda ders için hazırlamam gerekenleri hala hazırlamamış olmamın payı çok büyük ama neden hazırlamadığımın gerekçesi belki küçük payı oluşturan kısım. Ayaklarımı uzatıp uyumak istiyorum! Bayramın üstümdeki etkileri böyle işte, tatil olması gerekiyormuş bu zamanın ve ben tatile başlayınca sonlandıramıyorum, alışkanlık haline geliyor tatillerim. Gitmeye değilde, ders yapmaya üşeniyorum resmen. Sadece izleyici olarak gidecek olsam, uyanır uyanmaz giderdim herhalde. Ben küçüklüğümde de böyleydim (hatırladığım kısım) mecburiyetadı altında ki şeyleri hiç bir zaman yapmak istemezdim, ama birşeyler mecburiyet olmayınca insan, hele ben 365 gün tatil yapabiliyorum...

        Evde yapılacak çok şey var, neden bugüne kadar yapmadım bilmiyorum ama yapmadım ve şimdi evdeki yapacaklarım derse gitmemek için bahane olarak kullanılıyor kendimce, pazarımı neden kendime bırakmadım ki?

        Duygusal azgınlığım geçiyor galiba, kendime geri döndüm, kendi başıma kalasım var, ama zamanlamalar uygulamamı zor kılıyor. Ya ben ters bir adamım ya da zamanlamalarım ters, ne zaman okul zamanı olsa evde yapmam gerekenler, ne zaman tatil olsa okula gitmek istemeler ağır basıyo.

        Aslında şu İzmir’den uzun zaman çıkmamam lazım ama kendi başıma kalamıyorum ki yine de... Kafamı ne zaman düzene koysam bir düşünce bütün düzeni bozuyor. Nerede hata yaptığımı anlamaya başladım zamanla, beynim gibi evde ve diğer şeylerde de aynı hatayı yapıyorum, düzeni öyle bir kuruyorum ki gelecek şeyler için ve ihtimaller için yer bırakmıyorum, yeni gelen şeylerde yeniden bir düzen kurmamı gerektiriyor...

        Yine karışık kafam, ne istediğimi bilmez durumda, zamanla geçecek bir hastalık bu galiba, umarım zaman yeterli bir ilaçtır.

Pazar, Ekim 29, 2006

Doğrular Yanlışlar

        O kadar takılmış kalmışız ki doğrulara yanlışlara, sürekli yanlış yapmaktan korka korka yaşıyoruz hayatı. Toplum doğruları yanlışları öyle fazla entegre ediyorki beynimize, kendi doğrularımızı yanlışlarımızı belirleyemiyoruz bile. Yanlış yapmamak uğruna hayattan vazgeçiyoruz.

        Hayat doğru bir şekilde yaşamak mı yoksa doyasıya, dolu dolu yaşamak mı? Kimseyi öldürüp onun ardından doğru bişey yaptığını düşünmekten bahsetmiyorum, sevmekten ve bunun yanlış olduğunu düşündürten zihniyetten bahsediyorum. Günümüzde o kadar çok ki bunlar... Yok onu sevemezsin, o birinin eski sevgilisi; yok bunu sevemezsin, o kayınçomun kız kardeşi; yok şu, yok bu; hatta millet abartıyo, yok onu sevemezsin o senin arkadaşın!... Nasıl bir iştir bu kesinlikle anlamıyorum, insanlar löpdedenek kucaklarına düşecek aşk mı arıyorlar, belki hayatta ki hiçbirşey çabalamadan olumuyor ve günümüzde insanlar sevmek için değil sevmemek için çabalıyorlar...

        Sevmek değil yanlış olan, sevmemek, sevememek...

Çarşamba, Ekim 18, 2006

Boşanma

        Ben annem ile babamın bir arada olduklarını ve ardından nasıl boşandıklarını hiç hatırlamıyorum, belki hatırlamak işime gelmiyor, belki de gerçekten hatırlayamayacak kadar küçüktüm bilmiyorum. Kendi aklımla düşünebildiğim zamanlardan sonra hep söylemişimdir, “Neden ayrıldıklarını merak etmiyorum, beraber vakitlerini nasıl geçirebildiler, bir araya nasıl gelip de, nasıl evlenmeye cesaret edebildiler, daha çok bunları merak ediyorum. Çünkü onlar cidden ayrı kültürün, ayrı yaşayış tarzlarının insanları.” Ama aklımda kavga görüntüleri kalmış -gerçi o da telefondan yapılan bir kavga- ve hep iyi ki ayrılmışlar ne gerek var diyorum birbirlerini yerken bizim arada olmamıza.
        
        Boşanmış ailenin çocuğu olmak ve boşanmamış ailenin çocuğu olmak çok farklı şeyler. Kimse yalnış anlamasın kimseyi suçlamıyorum yada kendime “yazık bana!” demiyorum çünkü hayatımdan gerçekten mutluyum ve annnemi, babamı gerçekten seviyorum, çünkü onlar hakikaten ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştı. Yine de insan galiba karşıdakinin artılarını kendi eksisi haline getirmeye bayılıyor.

        Sen büyüyene kadar birbirlerine kızgınlıklarını anlatıyorlar, yanlışları birbirlerine yüklüyorlar ve sürekli birbirlerini eleştiriyorlar, belki bunu sözcükleri kullanmadan yapacak kadar olgunlar ama hareketlerindeki, bakışlarındaki değişiklikleri hissediyorsun, sürekli susmak zorunda kalıyorsun çünkü onlar siz çocuk olduğunuzdan anlamadığınızı düşünsede onların en küçük hareketlerinde anlıyorsun neler olduğunu, sadece sende bunu kafanın içinde sözcüklere dökmüyorsun, aynı onlar gibi. Sürekli birbirlerini suçluyorlar kendi içlerinde, sürekli bir suçlu arıyorlar senle ilgili her sorunda, hiç bir zaman kabullenmeyi seçmiyorlar. Kabullendiklerinde veya suçu üstlendiklerinde bile “doğru hata bende, ona izin verdim!” şeklinde oluyor ve hiç bir zaman rahatlayamıyorsun, çünkü yasaklar içindesin, bir taraf ile ilgili olayı veya fikri diğer tarafla paylaştığında, anlattığın taraf sürekli içinden söylenmeye başlıyor, sende susuyorsun. Yaptığın hatalar ve karakterindeki eksiklikler karşı tarafı eleştiri malzemesi oluyor bir anda “Aman yavrum, geninde var ama onun gibi olma” bakışları geliyor karşına birden ve sende kendini suçlamaya başlıyorsun.
        
        Belki bir çok söylediğim şey ebeveynleri bir arada olanlar içinde geçerli ama onlar için geçerli olmayan birşey, aslında kökünde onlara ait olan bu sorunları kendin halletmek zorunda kalıyorsun, diğer herşey gibi. Ve halledemediklerin süre içinde birikiyor, kaçmayı tercih ediyorsun, zaten dolu olmayan hayatında, tek başına bırakıyorsun kendini. Onlarsız, ırsi olmayan karakterler geliştirmeye çalışıyorsun kendine, o zamana kadar birikmiş üstünden atman gereken “karşı tarafın eksikliği” kusurların yanında.

        Mükemmel olmaya çalışıyorsun, “mükemmel diye bir şey yoktur!” cümlesini duymak istemeden devam ediyorsun yoluna. Herşeyi, kusur denilebilinecek herşeyi yok etmeye çalışıyorsun, hiç bir şeyi kabullenmiyorsun çünkü onların düşünceleri bir kenara, artık onlardan biri durumuna düşmemek için, boşanmamak diye bir şeyin varlığına inanmadığın hayatta, kendi müstakbel çocuklarına aynı şeyi hissettirmemek için çabalıyorsun. Olmayacağını zamanla anlıyorsun ve kabullenmeye başlıyorsun.

        Kabullenmeye başladığında ise “mükemmellik” kelimesinin binlerce kilometre uzağında olmak değil, düzeltmeye çalıştıkça değişmeyecek şeylerin içine atılmış bir yığıntısı çıkıyor karşına, etrafına bakıyorsun ve kendini geç kalmış hissediyorsun.

        Bütün karakterini sırt çantana koyup yürümekten başka çaren kalmıyor, yavaş yavaş; dersini almış olman gerekir ve geç kalmışlıkta kabullenmen gerekecek kusurlarından biri olacaktır artık...

Çarşamba, Ekim 11, 2006

İyi ki doğmuşsun

        İyi ki doğmuşsun! Doğmamış olsaydın hiç karşılaşmamış olacaktık, sıkıntılar bir kenara, yaşadığımız onca güzel şey olmayacaktı; unutulmuş ya da hatırlanmak için bekleyen şeyler gibi değil, hiç olmamış olacaktı. Her şey daha farklı olacaktı, belki daha iyi bir durumda olacaktım, belki daha kötü. Ama daha iyi durumda olsam bile bu kadar anlayamayacaktım, bu kadar sevemeyecektim anımı.

        İyi ki doğmuşsun! Belki doğmamış olsan böyle bir sayfa olmayacaktı, kimi zaman gülümseten, kimi zaman ağlatan düşünceler olmayacaktı. İlişkiler bir faaliyetten öteye geçemeyecekti, aşk sadece masallarda varolacaktı...

        İyi ki doğdun, umarım bundan sonra hayatın, insanların hayatına kattığın mutluluk kadar her geçen sene, senden almaktan vazgeçer ve senin mutluluğuna bi o kadar mutluluk ve sevinç ekler. Ve umarım yeni yaşın başarılarına yeni başarılar ekler, başarısızlıklarını süpürür gider...

        Seni seven herkes adına “Annene ve Babana teşekkürler”

Salı, Ekim 10, 2006

Sevişmek değil esas özlediğim

        Yavaş yavaş öpüşerek, dokunarak, hissederek, kokuyu içine çekerken, yavaş yavaş, düğme düğme soyunmak, saatlerce sevişmek; belki her gün, belki iki günde bir, belki de haftada, hatta ayda en az kendi içimde arzusunu dile getirdiğim birşey. Ama esas özlediğim o yavaş yavaş çıkmış kıyafetler yerlerde, koltuğun üstünde sürünürken veya koltuğun minderinin yanına sıkışmış dururken, çırılçıplak, belki bir dakika önce yaşanmış hormonal dengenin verdiği sakinlikle, kimi zaman dizler kendine çekilmiş koltuğun karşılıklı uçlarında, yanmış bir sigara bir elinde, diğer elinde ilk öpüşmenin öncesinden arta kalmış yarım bardak kola; kimi zaman sadece bir sigara ve koltuğun aynı tarafında, birisi arkasını dönmüş diğerinin göğsüne yaslanmış bir şekilde, ten temasını, sıcaklığı sürekli birbirine verip, kokusunu içine çekerken; saatlerce muhabbet etmeyi, herşeyden konuşmayı, sadece bir mum ışığında bütün seslerden arınmış, sadece o muhabbetin sakin sesini özledim. Sabaha kadar, uyumadan, uykumu almış bir şekilde güne başlamayı özledim.

        Bugün bunu özledim ama geçmişte bunu, bu sakinliği galiba hiç yaşatmadım...

Pazar, Ekim 01, 2006

Eskişehir'in havasından galiba

        TunaKiremitçi’nin “Bu işte bir yalnızlık var” ‘ı daha yeni bitti. Eğer Depresyon çağımız hastalığıysa, bu adam da çağımızın yazarı bence. Kitabı kapatırken içinizde “herşeye rağmen, hayat yaşamaya değer” hissi kalıyor. Yine bütün insanı yıldıran ve duygusal isyana sürükleyen değerleri göz önüne koyuyor ve yine tatlı bir şekilde bitiyor herşey. Benim belki de hepimizin yaşamı gibi. Belki de sadece Eskişehir’in havasını gerektiği kadar solumuş insanların yaşamı gibi.

        Uzun zaman oldu Eskişehir’e gitmeyeli ve şimdi aklımda kalan sadece renkler ve kokular. Her ne kadar insanın kurtulmak istediği bir şehir olursa olsun, kokusuyla rengi ile duygu dolu bir şehirdi; yaşanmış ve kötü de bitmiş olsa, çok güzel bir ilişki gibi.

        Kızdım işin açıkçası kitabın böyle bitmesine. “Ya galiba bitti ama böyle bitmesin, bitmeseydi” dedim kendime. Kitabın en arka o boş sayfasına bir bölüm daha ekleyip şu anda bana en uygun sonu yazmak istedim resmen. Aslında güzel bir son, yani amerikan filmleri gibi allem edip kallem edip mutlu sona bağlamaması güzel ama ben hakikaten bu günlerde amerikan filmleri izlemek istiyorum, mutlu sonlara ihtiyaç duyuyorum, iki tarafında (seyircinin gözünde ki) doğru tercihi yaptığı filmlere. Şimdiyse kitap bitti, saat 7’ye geliyo ve ben uyumak istemiyorum, geçmişi ve geçmişimdekileri sorguluyorum...

Gizli Özne

Sürekli dönüp dönüp onun yazdıklarını okuyorum. Facebook'ta onun resimlerine bakıp duruyorum, beraber yazışmalarımızı yeniden yeniden...